Soruşturmalar başladığında bazı imzacılar imzalarını geri çekmiş, bir kısmı da imzalarını savunamayıp, ‘neyi imzaladığımı bilmiyordum, sarhoştum, kooperatif başvurusu sanmıştım’ falan gibi bahaneler uydurmuşlardı

Sophokles’in Kral Oidipus adlı oyunu, “Son gününü görmeden hiç kimse mutluluğa erdim demesin” cümlesiyle biter.

1984 yılında 23 yaşını yeni bitirmiş genç bir hekimdim. Mecburi hizmet yıllarıydı ve Ankara’ya yakın bir ilçede sağlık ocağı hekimliği yapıyordum. Aynı ilçede birlikte çalıştığım bir diş hekimi abim sayesinde, o güne kadar sadece yazı ve şiirlerini bildiğim bir çok sanatçı, yazar ve şairle tanışmış, birlikte vakit geçirmeye başlamıştım. Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Cevat Geray, Çağlar Kırçak, Tahsin Saraç, Haluk Gerger ve diğerleri.

Bugün baktığımda ne kadar şanslı olduğumu daha iyi anladığım o günlerde, Mülkiyeliler Birliği ve Tavukçu’nun, uzun akşam sofralarında hep yanında oturduğum bir şair vardı; Tahsin Saraç...

Aziz Bey’in(Nesin) en kıymetli dostu. Fransızcayı Fransızlardan bile iyi konuştuğu söylenen, Muşlu bir ağa çocuğu. İlk bakışta insanı korkutacak kadar keskin, köşeli ve esmer çehresiyle, iriyarı gövdesinin arkasında, sözleri ona ait olan "Çocuklar kardeş oldu mu’’ şarkısı kadar naif, kırılgan bir kalp.

Tahsin Abi, yemeyi, içmeyi en az muhabbeti sevdiği kadar severdi. Doğal olarak da yüksek şeker, kolesterol ve tansiyon yakasını bırakmazdı.

Bu yüzden, masaya getirilen mezeleri, önce sıhhi yönden benim kontrolüme sunuyor, sonra tabağına alıyordu. İlk başlarda çok ciddiye aldığım bu işten, Tahsin Abi’nin muhabbet bahanesiyle ara sıra başka masalara konuk olup benim yasakları pervasızca çiğnediğini görünce vazgeçmiş, çeşnicibaşılıktan istifa etmiştim.

Aziz Bey ve etrafındakilerle ilk tanıştığım günlerde, kamuoyunda “Aydınlar Dilekçesi” olarak adlandırılan bir eylem konuşuluyordu. “Türkiye’de demokratik düzene ilişkin gözlem ve istemler” başlıklı bu dilekçeyi iki bini aşkın kişi imzalamış; metin, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına verilmiş ve hemen arkasından da Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı emriyle 56 kişi hakkında dava açılmıştı.

12 Eylül’ün faşist generali Kenan Evren Manisa’da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Biz çok aydınlar görmüşüzdür, vatan hainliği yapmışlardır. Bazı şairlerimiz vardı, yurtdışına kaçtılar. Ve başka bir memlekete sığınıp orada öldüler. O aydın değil miydi? Ne yapayım böyle aydını? Bu millete hükmetmek için aydın olmak gerekmez. Son padişah Vahdettin’de aydındı, cahil miydi? Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ne yapayım öyle aydını?

Tahsin Saraç da yargılanan aydınlardan birisiydi. 1 Ocak 1930 Muş doğumlu Tahsin Saraç, 1952 de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş, 1953-1957 yıllarında Paris Sorbon’ da Fransız Dil ve Edebiyatı üzerine eğitim görmüş, Türkiye’ye dönüşünde Gazi Eğitim Enstitüsünde öğretim görevlisi olarak çalışmıştı. Bu arada Talim Terbiye Kurulu üyeliği, Öğretmenler Federasyonu Başkanlığı, TÖS kuruculuğu da yapmıştı. Tercüme Dergisi yayın kurulu üyeliğinde bulunmuş, kitapları ve çevirileri bir çok ödül almıştı.1968 yılında Fransız hükümetinden Legion d’honneur nişanı almış, ardından da 12 Mart muhtırası gelmişti. Saraç’ın tabiriyle: ’12 Mart faşist şenliği.’ Sorgulamalar, tutuklamalar ve cezaevi günlerinden sonra, şimdi de Aydınlar Dilekçesi’nin hesabını soruyorlardı ondan.

Soruşturmalar başladığında bazı imzacılar imzalarını geri çekmiş, bir kısmı da imzalarını savunamayıp, ‘neyi imzaladığımı bilmiyordum, sarhoştum, kooperatif başvurusu sanmıştım’ falan gibi bahaneler uydurmuşlardı.

O günlerde Aziz Nesin’in savunmasında geçen, ‘’Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz…’’ cümlesini hiç unutamam.

Yazının girişinde Sophokles’den yaptığım alıntının bir benzeri ise Tahsin Saraç’ın savunmasında geçer.

Şunları söylemişti Tahsin Abi: “Vahdettin’in aydın olup olmadığı tartışılabilir ama devlet başkanı olduğu kesindir, tartışılamaz. Çünkü sayın yargıç, her şeyin olduğu gibi vatan hainliğinin de bir fizibilitesi vardır. Vatana ihanet edebilmek için, devlet sırlarını bilebilecek bir mevkide, ülkenin yazgısını şu ya da bu çıkar karşılığı olumsuz yönde değiştirebilecek bir görev ve karakterde olmak gerekir. Sade yurttaşlar olan bizim gibilerin böyle bir fizibilitemiz yoktur.

Yaşamını noktalamadan kimin yurtsever, kimin vatan haini olduğu kesin olarak belirlenemez.

İspanyol yönetmen Bunuel, Son Nefesim isimli anı kitabının sonunda şunları söyler:

"Bir itirafım olacak: Kitle iletişim araçlarına duyduğum nefrete rağmen, her on yılda bir, ölüler dünyasından uyanabilmeyi, bir gazete bayiine kadar yürüyebilmeyi ve bir-iki gazete almayı isterdim. Başka bir şey dilemezdim. Kolumun altında gazetelerim, soluk benzimle, duvarların dibinden usulca geçer, mezarlığa dönerdim. Yeniden uykuya dalmadan önce, dünyadaki felaket haberlerini okur, sonra da, mutlu bir şekilde, güven veren sığınağımda yeniden uykuya dalardım...’’

Tahsin Saraç’ı 1989’da erken yaşta bir kalp kriziyle kaybettik. O da bugünlerde Bunuel gibi kalksa yattığı yerden ve gazetesini alıp Türkiye’de Akademisyenlerin bildirisini ve üzerine konuşulanları okusa, eminim geçmişte Evren’e söylediklerini hatırlar ve iç geçirirdi. Sonra da gider, güven veren sığınağında yeniden sonsuz uykusuna dalardı.

Tahsin Abi 1970’li yıllarda yayımlanan Türkiye Yazıları dergisine anlattığı hayat hikayesinin bir yerinde muktedirlerden söz ederken, ‘insan yüceliğinin bir sınırı vardır, ama insan alçaklığına bir sınır çizilemez; onun için bu adamların daha ne oyunlar düzenleyecekleri belli değil’ diyor.

İçinden geçtiğimiz günler onu ve söylediklerini haklı çıkaracak örneklerle dolu. Yine de Fransız şair René Char’ın, Tahsin Saraç çevirisi olan bir dizesiyle bitirelim bu bahsi: “İnsan kalacağız biz, bağışlanmazlık pahasına.”