“Bir zamanlar ‘Eski Güney’ adı verilen, süvarileri ve pamuk tarlalarıyla anılan bir ülke vardı. Kahramanlık son günlerini bu güzel dünyada yaşadı. Şövalyeler ve onların leydileri son kez burada görüldü, efendiler ve köleler de… Artık bunları yalnız kitaplarda arayın. Çünkü artık hepsi, anılarda yaşayan hayallerle hatırlanacak. Bir uygarlık, rüzgar gibi geçip gitti…”

Sinema tarihinin en ünlü filmlerinden Gone with the Wind/Rüzgar Gibi Geçti (1939) ‘kölecilik’ övgüsüyle dolu bu cümlelerle başlar. Filmin jeneriğine eşlik eden görüntüler de bu sözleri destekler zaten: Tarlada pastoral bir huzur içinde çalışan köleler, kölelerin pamuk topladığı plantasyonların insanın içine huzur veren romantik görüntüleri, hasat işleri yapan huzurlu ve keyifli köleler... Bu jenerik boyunca ekranda hiç beyaz görünmez, yani ‘Eski Güney’i o güzel ‘Eski Güney’ yapan şiirsel güç köleci düzenden kaynaklanmaktadır. Tarlalarda çalışan kölelerin başında kamçıyla bekleyen beyaz kahyalar da görünmez; anlatıya göre köleler beyazların büyük malikanelerde refah içinde yaşamasını sağlayan üretimi olabilecek en ‘gönüllü’ şekilde gerçekleştirmektedir. İlerleyen sahnelerde kölelerin hem kendi aralarında hem de beyaz efendilerle ne kadar sıcak, içten, güzel ilişkileri olduğuna tanık oluruz. Şahsen en çarpıcı bulduğum sahne Wilkes Ailesi’nin barbekü partisi sırasında yaşanır: Güneyli zengin ailelerin kızları şekerleme yaparken küçük köle kızlar hafifçe salladıkları kuştüyü yelpazelerle onların Güney sıcağından kurtulmasını sağlar…
Ama sonra ‘Kuzeyliler’ ortaya çıkıp huzur dolu pamuk tarlalarının keyfini kaçırır; Amerikan İç Savaşı patlak verir. Filmde bunun nedenlerinden tek bir cümleyle bile söz edilmez; Lincoln kimmiş, bu Kuzeylilerin derdi neymiş, siyahlar olaylara nasıl tepki veriyormuş, anlatıda bunlara dair tek kelime bile yoktur. Tek mesele, Scarlett O’Hara adlı şımarık ‘pamuk prensesi’nin o güzel yaşam tarzının durduk yere yıkılmasıdır.


Savaş Kuzeylilerin zaferiyle sonuçlandıktan sonra işler daha da kötüye gider: İğrenç kaba Kuzeyliler ‘zarif ve zengin Güney’i çekirge sürüsü gibi talan eder. Malikane malikleriyle köleler 1861’den önce gül gibi yaşayıp giderken artık hem Güneyli beyazlar hem de siyahlar Kuzeyliler yüzünden zulüm görmeye başlayacaktır.

Rüzgar Gibi Geçti Margaret Mitchell’ın 1936’da yayımlanıp Amerika’da çok sevilen romanından uyarlanmıştı. Başta kölecilik ve muhafazakarlık olmak üzere ‘Güney ruhu’nun tüm özelliklerini bünyesinde barındıran Margaret Mitchell 1900’de doğdu, yani İç Savaş’ı görmemişti bile! Ama tüm mitler gibi içinde büyüdüğü ‘o eski güzel günlerin Güneyi’ mitinin de herhangi bir tarihsel doğrulamaya ihtiyacı yoktu. Hatta bu sayede romanındaki iki esas oğlandan biri olan Ashley’nin babasına gönül rahatlığıyla ‘John Wilkes’ ismini verdi; 1865’te Abraham Lincoln’ü öldüren John Wilkes Booth’a açık bir saygı gösterisi…

Anlatının hedef kitlesi ‘eski güzel günler’ mitine sıkı sıkıya sarılan beyaz Amerikan muhafazakarlarıydı, filmi zirveye taşımayı da başardılar. Siyahlar ve Kuzeylilerse filme oldukça sert tepki gösterdi. Kuzeyli kölelik karşıtlarının arşivleri bir yana, Güney eyaletlerinde yaşayan siyahların tarihsel verilerle tamamı doğrulanabilen anlatıları vardı, bu yüzden en eğitimsiz siyah bile filmdeki yalanlara inanmazdı; ‘60lara kadar oy verme hakları bile yoktu yahu, neyin eski güzel günlerinden bahsediyorsunuz?! Birileri kölelere köleliğin ne kadar güzel bir şey olduğunu anlatacak kadar aymaz ve utanmaz olabilir ama neyse ki kölelerin bu saçmalığı yutmayacak kadar kölelik bilincine sahip olmalarını sağlayan bir yaşam deneyimi var, Rüzgar Gibi Geçti’yi günde beş vakit de izleseler oradaki yalanların bir tekini bile yutmazlar!
Dünya tuhaf bir yer tabii; tarihsel gelişim ve değişim de her yerde aynı yaşanmıyor: 21. yüzyılda bile sömürülen, toprakları ve yemyeşil vadileri çıkar gruplarının inşaat ihaleleriyle gasp edilen, en temel insan hakları dinci oligarklar tarafından ellerinden alınan insan topluluklarının kanlarını emenleri alkışlayıp savunduğunu görebilirsiniz. Bu akıldışı davranış yandaş medyanın baştan sona yalan yayınlarıyla, kökten uca değiştirilen eğitim sistemiyle vs. gerçekleşebilir. Ama bu topluluklar da hepsine ve her şeye rağmen bir gün karşılarındaki uzun yalana bakıp “Hadi len!” derler. İnsanlık tarihi rüzgarın önüne katıp götüremeyeceği gerçekler üzerine kurulu olduğuna göre, bu sadece bir zaman meselesidir.