İzlediğim bir videoda konuşmacı, felsefenin ve bilimin basit dille anlatılması gerektiğini savunurken Almanya'da halk diliyle yazılmış felsefi bir kitabın bestseller olduğundan söz ediyordu. Kitap, altı ay çok satanlar listesinde kalmış. Bir dönem bizde de çocuklara yönelik eğlenceli hatta matrak çeviri felsefe kitapları çok satıyordu. O kitaplarla büyüyen çocuklarda felsefe sevgisi gelişti mi, aralarında bilgi arayışında olanlar var mı, bilmiyorum. Bilir diye felsefeci bir arkadaşıma sordum; okumakla anlamanın aynı şey olmadığını, çok konuşmamıza bakarak buna benim de karar verebileceğimi söyledi. Kavramsız konuşmalar uzadıkça uzarmış. Sohbet, bu noktada teorik yazılar neden okunmuyor meselesine geldi. Konuşmaların bıktırırcasına uzaması kavramdan ve teoriden uzak durmakla ilgiliymiş.

Sahi teorik yazılar neden okunmuyor, teorik konuşmalar neden dinlenmiyor? Hiç okunmuyor değil tabi, fakat bir kuşak öncesine dönüp baktığımızda teorik yazılara ilginin yok denecek kadar azaldığı görülebilir. Teorinin tartışmaya açık ham bilgi olması polemiğe yol açar, teoriyi olgunlaştırmaya çalışanlar arasında polemik çıkardı. Polemik yapanlar da kalmadı. O nedenle konuşan ve konuşma odaları artmasına rağmen fikir tartışmalarına rastlamaz olduk. Sabitlenmiş düşüncelerimizi onaylamayan fikirlere itibar etmiyoruz. Twitter okurları da dikkat çekici bir şekilde takip ettiği kişinin analiz gerektiren mesajlarından uzak duruyor.

Kanımca ele alınan konunun kavramlarla izah edilmesi teorik yazıların okunmasının önündeki en büyük engel. Bildiğimizin dışında başka anlamlar ifade eden kavram sözcüklere hakim değilsek kuramsal yazıları okumak, okusak bile anlamak kolay olmuyor. Örneğin kare kavramının eni-boyu ve açıları eşit bir şekli ifade ettiğini çoğumuz biliriz. Fakat kare kavramının sembolize ettiği şeyin neden öyle olduğunu ve kare olmasının başka şeyler üzerindeki etkisini düşünmek kare olarak sembolize edilen şeyin muhtevasını bilmeyi gerektiriyor. Kare yerine siyasetten, ekonomiden, eğitimden veya toplumbilimden (sosyolojiden) bir kavram kullanıldığında soyut/somut bir sürü yorucu kavram silsilesi çıkıyor karşımıza.

Teorik (kuramsal) yazan biri, ele aldığı olay veya olgu hakkında bir iddiada bulunuyordur. İddiasını açıklarken sadece kavram kullanmıyor, tanımlamalar yapıyor, gözlemlerine yer veriyor, kendisini harekete geçiren ilkelerinden söz ediyor. Dahası iddiasına bilimsel dayanaklar sunuyor. Bu da kuramsal yazıları ve sözleri daha da karmaşıklaşıyor. ‘Hele şimdi bunun sırası mı’ deyip okuduğumuzu veya dinlediğimizi başlamadan kapatıp susturuyoruz.

Belkide yaşadığımız olayları anlamlandırıp ona göre tutum geliştirememizin nedeni, olguları açıklamada işimize yarayacak kavramlara ve kavramlarla ifade edilen teoriye uzak durmamızdır. Herkesin bu orta düzey bilme biçimine sahip olması beklenemez elbet, fakat siyasetçinin, gazetecinin veya toplumla sosyal bağı olanların dili sıradanlaştırması hoş karşılanacak bir durum değil. Gazeteciyi ve siyasetçiyi geçelim, bilim unvanıyla konuşanlara ne demeli; bir söz, bir fikir sahibi olabilir miyim diye birkaç saatinizi ayırdığınız "aydınlar"ımızdan neden bir şey öğrenemiyoruz?

İkesizlik tutarsızlıktır

Yarım yüzyıldır insan ne kendini ne toplumu ne de dünyayı değiştirme çabasına giriyor; insanlar, evrilen teknolojiye, teknolojinin yönetimindeki hayata tutunup uyum sağlamaya çalışıyor. Uyum, değişime direnmenin diğer bir adı, koyu bir muhafazakârlıktır. Muhafazakârlık kendi başına bir ideoloji değil, tutum alma biçimidir. Her ne kadar olaylar/olgular karşısında takındığımız tutumlar bir ideolojiye denk gelse de tavrımızı belirleyen ideoloji olmuyor.

Herkes uyumluluğu ölçüsünde muhafazakârdır demek istiyorum ama değil; çünkü insanlar her zamankinden daha uyumlu ve daha muhafazakâr. Kuşkusuz bunun birçok nedeni var, fakat en geçerli neden insanın tutumunu belirlerken kişisel beklentilerini, kaygılarını, yaşam tarzını, toplumsal statüsünü ve çıkarlarını gözetiyor olması. Ortak çıkar, ortak beklenti ve ötekini dikkate alan ideolojik tutumlar kişinin kendine ihaneti gibi görünüyor. Neden böyle oluyor; çünkü kolektif düşünmekten, ortak tavır takınmaktan uzaklaştıkça doğru tutum belirlemede kullanabileceğimiz değerler ve geçerliliğine güvendiğimiz düşünce sistemleri (ideolojiler) ile bağımızı kopardık. Tutum ve eylem tarzımızı belirlemede gerekli geçerli araçlardan yoksun kalınca kavramsız düşüncelerin, ilkesiz ve tutarsız davranışların esiri olmak kaçınılmazdı. Nitekim her bir kişinin kendine özgü tutum geliştirmesine yol açan bu sürece entelektüeller de dai oldu. Entelektüeller ve siyasetçiler davranışı öngörülemez bu büyük kitleye, onayını alacağı atıştırmalık fikirleri küçük paketler içinde sunmaya yöneldi. Bu kısır döngü alıcıyı çoğaltıp güçlendirirken vericiyi azaltıp tüketir oldu.

İkesizlik tutarsızlıktır ama “değersizlik” değildir: Facebook, TikTok ve Twitter’ın ayrı ayrı piyasa değerleri, düşüncenin kullanım oranına göre fiyatımızın artıp azaldığını göstermektedir. (Elon Musk'ın Twitter'a biçtiği fiyat (44 milyar dolar), şirketin değil, yönetimine talip olduğu profilden ibaret kitlenin fiyatıydı.) Kullanımının biraz fikir gerektirdiğine inanılan Twitter kullanıcısı olarak fiyatım 192 dolar iken akıl yerine akılı telefon kullanma becerimi yeterli bulan Facebook ve TikTok’'taki ederim 300 doların epey üstünde! Gördüğünüz gibi sosyal medya platformları, etkiye ne denli açıksanız size o denli yüksek fiyat biçiyor! Bu da bir şey diyebilir ilkelerden, ilkelerinizi belirleyen ideolojilerden uzak durabilirsiniz.