‘Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir’ deyişini yankılayan bir yerdeyiz. Türkiye ağır kitlesel düzensiz göçle birlikte demografik mühendisliğin tam göbeğine oturtulmuş durumda. Batı’nın emperyalist savaşlarını geri kalmış ülkelere ‘demokrasi belletmek’ için yürüttüğünü zanneden ahmaklar eşliğinde, siyasal İslamcı iktidarın tam da hedeflediği tartışmaları, neoliberal küresel nizamın ideolojik çerçevesine uygun yürütmekteyiz.

Geçen hafta üç önemli ismin yazı ve söyleşileri olmasa, liberal sol ve İslamcıların yarattığı girdaba kalacağız. Bu açıdan önce gazeteci yazar Merdan Yanardağ ve hocamız Prof. Korkut Boratav’un yazıları ile Doç Burak Cop’un RSFM’de kendisiyle yaptığım söyleşide vurguladığı kimi noktaları aktarmakta fayda görüyorum.


Merdan Yanardağ yazısında, Türkiye’nin Suriye’nin ardından ABD/NATO’nun çekilme kararı aldığı Afganistan’da askeri macera hevesiyle eşzamanlı tetiklenen Afgan akını ve iktidarın ‘saldım çayıra...’ tavrına dikkat çekiyor. AKP’nin sığınmacıları AB’ye karşı bitmeyen bir pazarlık haline getirdiğini anımsatan Yanardağ, açıkça ülkenin demografik yapısını gericiliğin sosyal tabanını genişletecek ve militarist hedeflere odaklanacak şekilde değiştirme girişiminin altını çiziyor. Sola şu uyarısı önemli: “Öyle, peşin şekilde her eleştireni “ırkçılıkla” suçlamak, melo-dramatik (romantik değil) dayanışma nutukları atmak kolaycılıktır. İnsancıl olmalıyız, ama siyasal aptallar da değiliz.” Yanardağ, asıl AKP iktidarının Suriye ve Afganistan’da işgalin parçası olmaktan çıkması talebinin yükseltilmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Prof. Korkut Boratav, Yanardağ’a atıfların da yer aldığı yazısında, göç ve göçmenlik olgusunun Batı’da ve Türkiye’de farklı nedenlere bağlı ve eş zamanlı olmadığını anlatıyor. İki önemli anımsatması var: ABD ve Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası göç olgusunu işçi sınıfını hizaya getirmek ve neoliberalizmin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığı... Ve sol siyasette kimlikleri vurgulayan ‘kültür savaşlarının’ sınıf mücadelesinin önüne geçirildiği. Boratav, Türkiye’de tetikleyici etkenin emperyalizmin İslam coğrafyasındaki saldırıları olduğunu belirtiyor. Ve önemli bir soru yöneltiyor: “Sosyalist çevrelerde ‘sınıf kardeşliği’ yaklaşımı yaygın. Ama, sosyalistlerimizin, göçmen kalabalıkların ‘kendisi için işçi sınıfı bilinci’ oluşturma mücadelesi var mı? Bu kalabalıklarda yobazlığın ideolojik tahakkümüne karşı mücadele ediyorlar mı?” Bu sorunun yanıtına ‘evet’ diyebilmek maalesef mümkün değildir.

Doç. Burak Cop, Suriye’de ‘açık sınır’ politikası uygulayan AKP’nin İslamcı dünya görüşü doğrultusunda demografi mühendisliği yürüttüğünü belirtiyor. Cop, iktidarın ucuz işgücü deposu haline getirilen sığınmacıların kalıcı olmasının arzuladığını dile getirerek, “İki kampın radikalleri tartışmayı ahlakileştirerek boğuyor, gerçek hayatta karşılığı olmayan prensipler sunuyorlar yahut ırkçılık ve yabancı düşmanlığını teşvik edecek yaklaşımlar sergiliyorlar” diyor. Eleştiri oklarını iktidara yöneltmek gerektiğini belirten Cop’un solun kimlik meselesini hafife aldığı eleştirisi önemli: “Şu tür beylik laflar hiçbir yaraya merhem olmuyor: ‘Onlar da işçi siz de işçisiniz. Hepsinin çıkarı ortak, hepsi sermaye düzenine karşı mücadele etmeli.’ Bunlar çok güzel laflar ama gerçek hayatta karşılığı yok. Özellikle farklı ulusal ve kültürel kimlikleri olan kesimleri zaten böyle bir siyasal mücadelede bir araya getirmek çok zor. Belki bir jenerasyon geçmesi gerekiyor.”

Bir jenerasyon geçmesinin yetmeyeceğini yine Cop’un örnek verdiği ‘ABD’de sosyalizmin zayıf kalmasındaki cemaatleşme faktörü’ üzerinden düşünün: “İşçi sınıfının hep göçmenler üzerinde şekillenmesi ve kuşaklar boyunca ortak sınıf bilinci yerine cemaatçiliğin kimliklerinin belirleyici olmasıdır. Kimlik meselesi hafife alınıyor, bunu dile getirenleri de ırkçılıkla suçluyorlar. Siz öngörülebilir bir gelecekte Türkiye’de sosyalist bir devrim yapıp üretim araçlarının mülkiyetini kökten değiştirmeyecekseniz eğer, o zaman Afgan, Suriyeli ve diğer iş gücüyle yerli iş gücü arasındaki sürtüşme ve çatışmadan kaçınmak olanaksız.”

‘KİTLESEL GÖÇ KÖTÜ BİR ŞEYDİR’

On binlerce insanın başka bir ülkeye akın etmesi kötü bir şeydir. Yerli nüfus kendisiyle kültürel uyum sorunu olanlardan hazetmemekle suçlanamaz. Zaten var olan sosyo-ekonomik güçlüklerin artmasına katlanmaları yahut tepkisiz kalmalarına, genellemelerle ‘ırkçılık’ etiketi yapıştırılamaz. Bu meselenin ırkçılık için zemin teşkil edebileceğine işaret etmek başka bir şeydir, herkesi ‘ırkçı’ ilan etmek başka.

Asıl düzensiz göçmenler, sığınmacılar üzerinden yürütülen sahtekar retoriğe itiraz etmeli. En bariz örneği, dünyada politikalarıyla düzensiz göç akınlarının en baş sorumlusuyken, her yere kendi modelini dayatmaya meraklı ABD. On yıllardır Latin Amerika’da sola karşı en kirli savaşları yürütmüş ABD, malum, Latin göçmen akını ile yüzyüze. Ve işe ırkçı Trump’ın ördüğü duvarları kaldırma ve insan hakları şiarıyla başlayan liberal solcu Biden yönetimi sınıra insanlık dışı kamplar kurdu. Biden çıkıp ‘Gelmeyin’ dedi. Gelenler Meksika’ya iteleniyor. Bu arada ABD’nin meşhur fırsatlar barındıran ‘göçmen ülkesi’ modelinin başarısında özetlenen de, milyonlarca renkli insan bin bir güçlükle yaşarken, içlerinden bir avuç ‘renkli elit’ çıkarmakla teselli bulmalarının ötesi değil.

Velhasıl, bugün dünyada düzensiz göçmenlerin sayısı 82.4 milyonu bulmuşken, yapısal nedenlere ve ideolojik hedeflere bakmak durumundayız. Artık ABD ve AB’de de varlıklı azınlık ile yoksullaşan kitleler arasında artan uçurum ortadayken, neoliberal politikalardan bahsetmeden kimseye hoşgörü ve ahlaki çağrı yapmanın karşılığı yok. Suriyelilere gelince... Kemal Kılıçdaroğlu’nun rasyonel çağrısına katılmamak elde değil.