Türkiye’de komünizmle mücadelenin “şanlı” tarihi, Osmanlı’da Marksizm, her ne kadar Namık Kemal, Marx’la aynı sokakta oturmuş olsa da pek fazla bilinmediğinden, esas olarak Cumhuriyetle başlar. Cumhuriyet’in ilk yılları aynı zamanda Sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu, hem yeni Sovyet cumhuriyeti ile iyi ilişkiler nedeniyle dost, ama aynı zamanda iktidara ortak olurlar kaygısıyla hasım ilan edildiği, cezalandırıldığı yıllardır. Sonrası sosyalist ülke ile iyi ilişkilerin buzdolabına kaldırıldığı, Kore savaşına pek çoğu geri dönemeyen askerlerin gönderildiği, Barışçıların tutuklandığı, Komünizmle Mücadele’nin örgütlendiği, NATO’cu Menderes dönemidir.

Komünizmle Mücadele Derneği’nin ilk şubesi 1956’da İstanbul’da açıldı. 27 Mayıs 1960 sonrasında kısa bir ara var. Canlanması 1963 yılındadır. Darbeci terörist Fethullah Gülen de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği kurucusudur. Derneğin önde gelen üyeleri, daha sonra İlim Yayma Cemiyeti’nin kuruluşuna da katıldılar.

Komünizmle mücadele, sağlı “sollu” siyasal partilerin, kurumların, kısaca bir bütün olarak devletin resmi ideolojisidir. Türkiye İşçi Partisi, ünlü 141-142 kurbanı aydınlar dışında kalan nüfus bu ideolojinin etki alanındadır.

Liberalizmin “kesin zaferi” ise Şili’de Pinochet, Türkiye’de 12 Mart-12 Eylül darbelerinden, özellikle de Sosyalist dünyanın yıkılmasından sonra oldukça ukala bir tarzda ilan edilmiştir.

Bu dönem Marksizmin her türden karalama, yalan dolan, içeriden, dışarıdan “akademi” üslubuyla, “yüksek” düzeyde sarakaya alınmak istendiği dönemdir. Marx’ı, Engels’i, öğretilerini “idealist - animist” ilan edecek, bilim dışı, “belki bir inanan olur” umuduyla okuduğunu anlayanlarla alay edecek kadar sevimsizleşmiştir.

Liberalizmin muhafazakarlıkla flörtü kısa bir süre sonra “talak-ı selase” ile boşanmakla sonuçlanacağı önceden belli bir evliliğe dönüşmüştü ki, bu evliliğin acıklı hikayesini memleketim insanları iyi biliyorlar.

Ama biz şimdi nereye geldik? Şimdi; yeni bir dalga cehaletin kara örtüsüne sığınmış, bir kere daha, hülledir değildir bilmem, yeni bir nişana nikaha doğru gitmektedir ki, bilcümle post-marksistin, kafası karışmış benzerlerinin entelektüel dünyaya yeniden pazarlanması aşamasına geçilmiştir. Bu incesidir ama kabası da var.

Şöyle yazmış örneğin “İçi geçmiş varoluşçular ve azgın Marksistler” başlıklı şeyde kaba saba bir anti komünist; böyle diyorum çünkü kişiyi bırakıp o şeye odaklanmayı seçtim: “Sınıflar arası savaşım teorisini ortaya atan, bunun sonucunda eşitlik ve özgürlüğe, yani komünizme ulaşılacağını ileri süren öğretiye inanan Marksistlerin hemen hepsi bugün parlak plazalarda üst düzey yönetici olarak çalışmaktadır.”

O şeyi okudun mu diye sordular. O şeyi aradım, buldum, okudum; üzülsem mi acısam mı karar veremedim. Demek ki dedim sonra, demek ki komünizmle mücadele yeniden piyasalanmış, ama neden solda bilinen o gazeteyi seçmişler ki mekan olarak?

“Saf mısın nesin sen, dedi arkadaşım, yurtseverleri, sosyalistleri mahkum ettirmek için tanıklık edenlerin yönetimde yer bulduğu gazeteden daha iyi mekan mı olur komünizmle mücadele için.”

“Yok dedim, ondan değil benim şaşkınlığım; oradaki bildiğim, tanıdığım aklı başında yazarlar, çizerler, gazeteciler bilmezler mi ki, demokratlığın ilericiliğin birinci şartıdır anti komünizm hastalığına tutulmamaktır; peki nasıl oluyor da sineye çekebiliyorlar ‘İçi geçmiş varoluşçular azgın Marksistler’ başlıklı, yazı olmadığı kesin de, ne desem yine bilemedim, neyse işte artık, o şeyi...”