Son yıllarda çok sık gittiğim bir yer değil, ama bir iş gereği geçtiğimiz günlerde sıkça ziyaret ettim o mahalleyi.

Maç doksan dakika

Son yıllarda çok sık gittiğim bir yer değil, ama bir iş gereği geçtiğimiz günlerde sıkça ziyaret ettim o mahalleyi. Sanırım ilk gidişim bir sezon açılışı ve o günden arta kalan en net anı da “kaptanlarımız”ın yürüyüşündeki zarafetti. Ali Sami Yen stadında Cüneyt Tanman ve Raşit Çetiner önde, takım arkada, mütevazı ve heybetli bir yürüyüş kazınmıştı aklıma.

Yıllar sonra bir gün, Galatasaray’ın Milan maçı vardı – “işte böyle, her sene böyle, Milan’a da böyle..” yılları – ve aniden maça gitmek istedim. UEFA kupası’na uzanan seriyi mümkün kılan kırılma anıydı o maç. Son dakikalarına 2-1 yenik girilen maçın nasıl çevrildiğine şahit olmuştum, sonrası malum.

Yine yıllar sonra, bu sefer Ali Sami Yen’deki son “Avrupa” maçı olduğunu bilmeden gittiğim Atletico Madrid maçı. Servet’in Agüero’yu resmen kırdığı, avucumuzdaki maçın Caner’in kırmızı kartından sonra uçup gittiği gün.

Bu defa stadın yerinde o devasa işçi mezarı ve önünde nöbet bekleyen polisler ve TOMA’lar vardı. Bu kez aklım Gezi günlerine gitti, çadırların yakıldığı güne. O gün de bir sürü üniformalı genç, devletin verdiği görev icabı bir takım iş makinelerini halktan koruyordu. Bunu, yani yaptıkları şeyin kepçeleri bizden korumak olduğunu söyleyince hak verir gibi olan, ama işini büyük bir ciddiyetle yapmaya devam eden çocuklar. Bugün de yine bir inşaatı bekliyordu devletin polisi.

“Bunda ne gariplik var, bilmediğimiz bir şey söylemiyorsun ki!” dediğinizi duyar gibiyim ve haklısınız. Sadece, bu kez ortada halkın olmamasından ve “korunan” şeyin yakından bakınca iyice açığa çıkan çirkin azametinden kaynaklanan bir tuhaflık var. Devasa binalar, iki TOMA, birkaç polis, koskoca bir tarihi ifade eden stadyumun yokluğunun yarattığı acayip boşluk, o sırada orda olmayan ama artık ne zaman ne yapacağı da kestirilemeyen halk ve bir Laz bakkal amca.

Laz bakkal amca moda deyimle “atarlı” ve bir o kadar da şakacı. Maç skoru soruyorsunuz, “çift sıfır” diyor, “kim iki tane attı” deyince öfkelenir gibi oluyor, “çift sıfır dedik ya!” diye kestirip atıyor; sıfır-sıfırmış meğer.

İşte o bakkalın önünde, başka dükkånların önünde, sokakta, kaldırımda, ikili üçlü gruplar halinde sohbet ediyor polisler. Tek tabanca gezenler de var, onlar da genel olarak telefonlarıyla meşgul. Ortamda görünür bir huzursuzluk da yok, gerginlik de yok, ama büyük bir tuhaflık var. Bir mahalle, normalde orda olmaması gereken bir inşaat, normalde orda ölmemesi gereken işçiler, ve normalde orda bulunmaması gereken polisler.

Aslında bir döneme damgasını vuran bir ekonomik/politik tercihin iyice su yüzüne çıkan resmi bu: Bir ülkeyi bu hızla ve bu yoğunlukta TOKİlemek başka türlü mümkün olamazdı. Devletin polisi, Emek Sineması’nda, Gezi Parkı’nda, HES inşaatlarında olduğu gibi burada da mevcut. Asli görevi hırsız yakalamak değil, şantiye bekçiliği artık.

24 Ocak kararları gibi biraz. Hani dönemin ana muhalefet lideri Ecevit’in “bu kararları demokratik bir rejimde uygulamak mümkün değil” mealinde tepki gösterdiği ve hayata geçmesinden yaklaşık 8 ay sonra 12 Eylül Darbesi’nin geldiği kararlar.

12 Eylül’ün 34’üncü yıldönümüydü geçen cuma. Ve darbe anayasası ile birlikte darbenin getirdiği kurum ve kuralların çoğu olduğu gibi duruyor hâlâ.

YÖK, MGK, seçim barajı gibi. Ve “Kardeş kavgasını bitirdik” diye, “Kürt yoktur” diye diye ülkeyi düşük yoğunluklu bir iç savaşa götürenlerin kurduğu sistem öldürmeye devam ediyor. Devlet kocaman bir işçi mezarlığında tedirgin bir nöbette, ve galiba şu son bir iki yılda yaşadıklarımızdan sonra gelinen noktada “hakkıyla” yapabildiği tek şey de bu.

Ama maç 90 dakika.