Bizim eller, yalnızca dört dağ içi bir vahşi kayalık değilmiş, aynı zamanda iki nehir şehriymiş. Biri adını düpedüz bir çobandan almış, Muzır Hac’taki ağasına sıcak helva götüren, sonra kırklara karışan bir günahsızmış. Harçik ise çik’e bakıldığında apaçık Ermenilerden bir kadim ad. Suya bolluk, verim, neşe, serinlik, ürün, bağ-baxçe, bostan, hatta medeniyet denilen bir dünyada, iki nehir ortası gizli köyler, üç ev mezralar, eski komlar, sayıya gelmez aşiretler, kızgın ezbetler, başı dik ağaçlar, meyve dolu bağlar, taş ziyaretler, dualar, tanrılar, şeytanlar, mılaketler çokmuş. Korku saçan ormanları, incecik yeşil otları, dorukta saklı ceylanı, nehirleri bile yakan ateş dolu sel seferlerinden, zavallı insanlar kadar, mezarlıklar içi taştan koçbaşı figürler altı yatan sessiz ölüler bile nasibini alırmış. Bizim bu iki bahtsız nehir, Golê Çêto denen sevgililer yatağında birleşir, tek vücut kilometrelerce yol alır, Fırat’a içini döker, Dicle ile buluşur, en sonunda Mezopotamya’ya ulaşırmış.

Tarih ne tuhafmış, sazların dikine yerleştiği, tan vaktinin kan denizine çevrildiği bugünlerden binlerce yıl evvel, doğunun da batının da yazgısını belirleyecek Babil, Asur, Sümer imparatorlukları burada kurulmuş. Kuzeyde Asur, güneyde Babil, sonra kuzeyde Akad, güneyde Sümer, iki nehre adanmış işte bu bölgede yaşamış. İlk dokumacılık mesleği burada ortaya çıkmış, vahşi sığırlar evcilleştirilmiş, insan ilk defa süt içmiş. Sonra Sümerlerle ilk site devletler, sütü içen insanın ilk kez imza atması gelmiş. İnsan sonra, tüm zamanların en büyük icadı tekerleği bulmuş. En sonunda ise insancık, sütü, imzayı, gökte çakan şimşeği, çölde savrulan kumu, nehirdeki balığı ve sair tüm bilgiyi ölümsüzleştirecek yazıyı keşfetmiş.

Gılgamış, arkadaşı Enkidu’nun ölümünü, ölü üstü altı gün altı gece ağlayışını, bir ölümle ölümsüzlük arayışını, denizin dibinden ölümsüzlük otunu çıkarışını, çare etmeyişini, sonunda gerçek ölümsüzlüğün adının gelecek kuşaklar tarafından anılması olduğunu anlamış, tabletlere tam üç bin satır birden kaydetmiş. Üç bin satırı, bugün hâlâ Ninova’daki kraliyet kütüphanelerindeymiş. Bu destan, izbe orman içlerinde canavarlarla savaşanların destanıymış, iyiliğin ve kötülüğün, başka pek çok hikâyenin destanı, daha geçen hafta yeni bir tablet bulunmuş ki, Cedar ormanının nasıl gözüktüğünü, Gılgamış ve Enkidu’nun Humbaba’yı yeniş öyküsünü anlatıyormuş. Ninova’nın iki bin, üç bin yıllık heykelleri, Gılgamış’ı anlatırmış, bazen heykel Gılgamışmış.

Yakutlara göre şeytan İsa’nın ağabeyiymiş. Tanrı şeytana, madem ki benden daha büyük olmakla övünüyorsun okyanusun dibinden biraz kum getir, demiş. Şeytan suya dalmış, çıkardığı kumu suyun götürdüğünü fark etmiş. Bir iki üç, dördüncüde şeytan bir kırlangıç olmuş, gagasının ucuyla getirdiği balçığı İsa kutsamış, çamur yeryüzü olmuş. Ama şeytan kendine bir yeryüzü yaratmak istemiş, bu yüzden gagasında biraz çamur saklamış. Kurnazlığı fark eden İsa, şeytanın ensesine bir tokat atmış, şeytan çamuru tükürmüş, çamur düşmüş, dağlar meydana gelmiş.

Mezopotamya daha o zamandan üstünlerin oyuncağıymış. Büyük tufanda, Tanrılar bile insan soyunun dostları olmadıklarını göstermek istemiş. Mezopotamya’nın Tanrıları Zeus gibi sevimli, bizim ellerdeki mılaketler gibi zararsız değilmiş, Mezopotamyalılar en çok kendi tanrılarından korkarmış. Mezopotamya dinleri birer kaosmuş, dev yılanlar, sivri dişli, acımasız çeneli, vücudu zehirle dolu iblisler, öfkeli ejderhalar, yırtıcı aslanlar, ateş püskürten köpekler, akrep insanlarmış. Yakutların sevimli şeytanı nerede, Asur ve Babil dinlerine göre, şeytanın daimi ikametgâhı insanlarmış. Mezopotamya’nın yöneticileri zalimmiş, birey yokmuş, krallar varmış. Birey olmak en aşağılık şeymiş. Bugün ölenler ondan mı birer sayı, kim şeytan kim melek bundan mı belirsiz, bilinmezmiş. Ninova’nın yazıtlarını, Palmira’nın kemerlerini parçalayan, tabletleri demirden çekiç ile parçalayan, gözünün nuru tarihi tek başına koruyan arkeoloğun kafasını kesen sakallı şeytanlarmış. Üç bin, dört bin yıl sonra, Mezopotamya yine büyük güçlerin oyuncağıymış. Yazıkmış, zulümmüş, ayıpmış.