Antik dünyanın tarım devletleri, imparatorluklar birer monarşiydi ve bunlar hanedan ailelerince yönetilirdi. Saray, tarihsel olarak bir hükümdarın etrafında toplanan, iktidarı temsil ve icra eden bireyler topluluğunun ihtiyaçları temelinde ortaya çıktı.

M.S. 500’den sonra, Çin’den Mısır’a, Japonya’dan Sudan ve Gine kıyısına, krallıklar, sultanlık ve halifelikler, her yerde saraylar kurmuştu. Batı Avrupa’da bazı yerlerde; Roma’da Papa’nın ihtişamlı sarayı vardı.

∗∗∗

Tarım devletlerinde toprak başlıca zenginlik, statü ve güç kaynağıydı. En büyük toprak sahibi ve hükümdarlar, halktan vergi toplamak için sistematik bir vergi, kira ve işçilik hizmetlerine ihtiyaç duydu. Bu işler için uzman personel sayısı arttı ve çeşitlendi; zor işini üstlenecek askeri bürokrasi de gelişti. Saray, tüm bu görevleri yerine getiren, ferman ve kanunlar çıkaran merkezler oldu.

Ama saray böyle kalmadı; şiir, edebiyat, giyim, resim, yarışma temelinde yeni bir kültüre de tanıklık etti. Bu durum asırlarca sürdü.

Halife Osman itibar ve ihtişam meraklısıydı; ilk işi bir saray kurmak oldu. Fayanslarını Frenk’ten, aşçıları Mısır’dan getirmişti.

Ankara’nın ortasında bir süredir 1100 odalı bir sarayımız var. Ahlat ve Marmaris’te de birer saray var ki, yıllık 2 milyar yiyorlar. Kimin ne iş yaptığını bile bilmediğimiz bu ruhsuz binalarda, ne sanat, ne edebiyat, ne ortak akıl var. Tek adamın locası ora.

Üstelik bu ülke bir monarşi değil; yakın tarihinde kovulmuş bir padişah ve lağvedilmiş bir halifelik var. Burası hâlâ bir Cumhuriyet ve Ankara’da kapıları daha açık bir parlamentosu var.

Geçen hafta, -31 Mart’ta- -pek de beklenmedik- bir şey oldu. Genç Sarayımız sert bir sarsıntı geçirdi; duvarları çatladı; o tasarrufu olanaksız itibarı ağır bir yara aldı.

Tarih derslerle doludur. Roma, sonsuz değildi. Halife Osman’ın sarayı, Versay, Payitaht, Kışlık Saray.