Hatırlamanın yükü, unutmanın erdemi
Mahmut Yıldız yetmişli yaşları geçmişti, ben otuzlar içindeydim, ağustos böcekleri saygıyla ötüyordu, kuru bir dere içindeydik, toprak kırmızıydı, bizim köyün toprağına benziyordu. Çok uzakta bir köpek havlıyordu. O, elini yukarılara uzattı, işte oradan getirmişler, burada çömelmişler, sonra…
İnsanın ömrü üç periyoda ayrılırmış, çocukluk, gençlik, yaşlılık. Mahmut dede artık yaşlılığın arifesindeydi, çünkü sene iki bin yirmi dört ve Berlin’de yaşıyor, yalnıza başına, yaşı doksanların sonunda artık.
Beni Zuğur Deresi’ne neden getirdiğini anlamadım ilk başta. Meğerse bir yer tarifi değilmiş amacı, beni –bizden öncekilerden de evvel- bir çağa götürmek istiyormuş. Onun henüz kundakta, ninem Heyzan’ın babam Sey Bakıl’a gebe olduğu çağa.
Bir taşın üstüne oturdu, sigarasını yaktı –kederlendiğinde hep böyle yapar-, gözlüğünü düzeltti ve yavaşça Zuğur’da olanları anlatmaya başladı. Sanki normal bir olayı anlatıyordu ve kendi kendine konuşuyordu -sesi zor çıkıyordu- sesinden kederli bir mesele anlatacağı hissediliyordu. Bir felaketi sükûnetle, fasılasız ve öfkesiz nasıl anlatır insan, ben o gün, o derenin içinde öğrendim. Otuzlu yaşlar -bugün daha fazla- gençlik sayılıyor.
∗∗∗
Mahmut dedeyle ben, kaç ömrümüz kaldığını bilmiyorduk, ama Zuğur’da olanların bizden sonraki nesiller üzerinde de etkili olacağını anlamıştım. Sonra bunları duyduğuma –bir ara- pişman da oldum, ama insan bu işte, her şeyi bilmek istiyor ve o, yalnızca kas ve kemik değil.
Zuğur, iki bin yedi senesinde birkaç saat ömrüme girdi ve hızla çıktı, hikâyesini yazdım iki sene içinde -kısa yazdım elbette-. İnsan bir ömrün koynuna kaç trajediyi alabilir ki. Ama Zuğur hiç aklımdan çıkmayacaktı, orada olanları bilmek, bir nükleer serpintiye maruz kalmak gibiydi, unutmak mümkün değildi.
Şahin Çiçek, dokuz yüz yetmişte Siliç Köyü’nde doğdu. Seksen beşte İzmir Dokuz Eylül’de Kamu Yönetimi okudu. İşsiz kaldı, kendi köyü Sılızu’da vekil öğretmenlik yaptı. Doksan ikide vergi müfettişi oldu. Doksan dörtte köyler yakılınca, bizim vergi müfettişimiz otuz-kırk sayfalık bir tiyatro oyunu yazdı. Bu, insanlar gidince bomboş kalan evlerin, simsiyah komların, solan ağaçların, kederli kuşların ve zavallı köpeklerin hikâyesidir.
∗∗∗
Ancak bu, onun yazacağı son eser değildi. Zuğur aklının bir köşesindeydi hep, çocuk ve genç ömrüne miras kalmıştı o derede olanlar. Devletten emekli olur olmaz, kaleme aldı Zuğur’u, çünkü o dereden sağ çıkanlar içindeydi annesi.
Zuğur kaç ömre sığar, kaç kişi unutmamıştır onu, ben, Mahmut Yıldız, Şahin Çiçek, başka? Halbuki unutulmuştur o çoktan. Şahin Çiçek, tam seksen beş sene sonra Zuğur’u yazdı, çocukların şarkısını (“Lorıka Domanu”). Ve o, ömrünün ikinci yarısının da az ilerisindeydi. O kırmızı, kuru dereyi hiç unutmamak için ve herkesin unutması için yazdı. Çünkü “iyi bir hatırlama için unutmak” gerekir.
Geçmiş ve bugünün hikâyesi, hatırlamanın ve unutmanın diyalektiği işte böyle. Peki biz yaşadığımız bu yılları nasıl unutacağız? İliç’te siyanür altında yok olanları, MESEM’de ölen çocukları, iş kazalarını, dini tarikatlarda çocuklara istismarı. Bunları unutabilecek miyiz, ve ilerideki nesiller nasıl hatırlayacak?