Kuşkusuz AKP sözcüleri de inandırıcılıktan uzak bir söylemin rahatsızlığı içinde bulunuyorlar ve hep dünya çapında (!) düşündükleri için son üç yıl içindeki gelişmeleri de evrensel boyutlu bir “doktrin” içine yerleştirmeye çalışıyorlar

Koalisyon “pazarlıkları” başlamadan bitti; 45 gün tamamlandı; yeniden seçimlere gidiyoruz. Cumhurbaşkanı seçim gününü bile ilan etti. Görünüşe göre Erdoğan bir anlamda amacına ulaştı ve HDP’yi saf dışı bırakacağını düşündüğü yeni seçimlerde 7 Haziran sonuçlarını “tashih” ederek iktidara yeniden, tek başına gelmeyi umuyor. Buna karşılık kurulacak “teknokratik” seçim hükümetine CHP ve MHP bakan vermeyeceklerini şimdiden açıkladılar.

Böylesi, bazılarının sandığı gibi kötü mü oldu?

Sanmıyorum. Bugünkü koşullarda AKP’siz bir iktidar koalisyonu, 1960’tan beri belli aralıklarla yaşadığımız aldatıcı bir senaryonun yenilenmesi potansiyeli taşıyordu. Böylece, büyük bir olasılıkla, bütün yanlışlarından sıyrılmış ve yarattığı vahim krizin sorumluluğunu yeni hükümete transfer etmiş bir AKP’nin, ilk seçimlerde “zafer”le iktidara dönmesine kapılar aralanmış olacaktı. İlk kez, elli beş yıl önce, 27 Mayıs idaresi ve onu izleyen İnönü koalisyonundan sonra DP’nin isim değiştirerek iktidara dönmesi gibi. “Geldi İsmet, gitti kısmet!” sloganı eşliğinde! Son olarak da Erbakan’ın iktidardan uzaklaştırılması ve onu izleyen 2001 krizinden sonra, “gömlek değiştirdik” aldatmacası ile AKP’in tek başına iktidar olması gibi!

Koalisyon neden kurulamadı?

İlk günlerde, koalisyonu, Devlet Bahçeli’nin HDP seçmenlerini bile “şerefsiz”likle suçlayan utanç verici beyanı bağlamında, Kürt sorununun engellediği sanılıyordu. Oysa Erdoğan’ın, ABD’yle yaptığı Anti-IŞİD politikasını PKK’yla savaş politikasına dönüştüren ve “Çözüm Süreci’ni “buzdolabına” koyan yaklaşımı da durumu değiştirmedi. Geriye “17-25 Aralık darbesi” kalıyordu. Bu konuda MHP geri adım atmadı ve son olarak Meclis Başkanı seçiminde tanık olduğumuz gibi, son anda AKP’nin imdadına koşmadı. Sonuç olarak da, koalisyon, “17-25 Aralık darbesi” yüzünden kurulamadı. Böylece AKP, yeni seçimlere, siyasi ve iktisadi krizin tüm sorumluluğunu taşıyan bir hükümetle girmeye hazırlanıyor. Bu tablonun, eşitlik ve seçim güvenliği bakımından taşıdığı risklere rağmen, yine de mevcut koşullarda ehveni şer bir formül olduğu söylenebilir.

Güzel de, TV ekranlarında döviz dolu kutuları ve kasaları gördüğümüz ve tapeleri dinlediğimiz günlerden beri belleğimize çakılan ve hemen her gün şu veya bu şekilde andığımız bu “darbe” aslında neydi?

• • •

Aslına bakılırsa 17-25 Aralık baskını gerçekten de bir “darbe” özellikleri taşıyordu; kaba kuvvete dayanmayan, legal yollarla gerçekleştirilen ve Hükümet’in meşruiyetini ağır bir töhmet altında bırakan manevi bir darbe. Düşünün ki iktidar sözcüleri ilk ağızda kendilerini “neden 17 Aralık girişiminden önce emniyetteki ve yargıdaki amirler –ve tabii onlar aracılığıyla da “zanlılar”- haberdar edilmedi de, tuzağa düşürüldük?” diye savundular! “Tuzağa düşürüldük”, yani kasaları, hesap makinelerini ve döviz dolu ayakkabı kutularını saklayamadık.. Gerisi malum. Kolayca bir günah keçisi bulundu ve bütün suçlar onun üstüne atıldı: “Pensilvanya ve Paralelciler”.. Tıpkı altı yedi yıl önce tüm ihanetlerin anası olarak görülen “Gizli Ergenekon Örgütü” gibi. Hızını alamayanlar “17-25 Aralık’la hükümetin bile değil, devletin temeline dinamit koyma girişimi”nden dahi söz ettiler. (N.B. Karaca, 17 Ağustos).

• • •

İşte “17-25 Aralık darbesi”nde AKP’nin ilk ve adeta iç-güdüsel savunma hattı bu oldu. Oysa kamu vicdanı öylesine yaralanmıştı ki, zamanla, bu hukuka karşı hukukçuluğun yanı sıra ikinci bir “savunma hattı” daha geliştirildi: “Her iktidarda yiyiciler vardır; deniliyordu; her iktidar yozlaşıyor ve... hayat da devam ediyor; oysa AKP’liler hiç olmazsa çalışıyorlar”. Daha veciz bir ifadeyle, “Yolsuzluklar, rüşvet, torpil, ırkçılık, fuhuş dün vardı, bugün de var, yarın da olacak; diyordu Yeni Akit yazarı; imtihan oluyoruz; şeytan fazla mesai yapıyor (…) Yeni bir medeniyeti ihya ve inşa çabasındaki insanları şeytanın bu hilesine ve planına karşı uyanık olmaya çağırıyorum”. Yazar A. Dilipak gerçekçi, fakat üzgündü; İslamcıların aslında hiç de sevmedikleri T. Fikret’e gönderme yaparak, “Yiyin efendiler yiyin”, diyordu, “patlayıncaya, tıksırıncaya kadar, cehennemin dibine kadar yiyin. Elbet bir gün mutlaka, o gün geldiğinde herkese yaptıklarının hesabının sorulacağı bir gün var”. (Yeni Akit, 8 Ağustos).

Yine de yazarın unuttuğu önemli bir nokta vardı. Her iktidar zamanla yozlaşsa, bünyesinden hırsızlar çıksa da, hesaplaşma ahrete bırakılmıyor, suçüstü yakalananlar ya da aleyhinde kuvvetli deliller olanlar bu dünyada yargılanıyordu. Özal’ın bakanları bu koşullarda mahkûm olmuş, Başbakan Mesut Yılmaz bu tür zanlar altında Yüce Divan’da kendisini savunmak zorunda kalmıştı. Oysa “17-25 Aralık Darbesi” ile Cumhuriyet ve Osmanlı tarihinde benzeri olmayan bir durum ortaya çıkıyor, “hırsızlık zanlıları” değil onları yakalayanlar yargılanıyordu. Günümüzde en geri topluluklarda bile hazmı güç olan bu durumu Türkiye’nin kabullenmesi mümkün değildi. Son derece kaba yöntemlerle örtbas edilen yolsuzluk dosyaları giderek kamu vicdanını sızlatan bir yara haline geldi ve sonunda koalisyonu da önledi. Hiç kimse kuşku duymasın ki 7 Haziran seçim sonuçlarında bu hukuk ve ahlak skandalının da önemli bir payı oldu.

• • •

Kuşkusuz AKP sözcüleri de inandırıcılıktan uzak bir söylemin rahatsızlığı içinde bulunuyorlar ve hep dünya çapında (!) düşündükleri için son üç yıl içindeki gelişmeleri de evrensel boyutlu bir “doktrin” içine yerleştirmeye çalışıyorlar. “Arap Baharı” ile başlayan ve Türkiye-Suriye ilişkilerinin çıkmaza girmesi ile de gerçeklerden kopuk bir sanrıya dönüşen bu “doktrin”i aşağıda özetlemeye çalışacağım. Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor ki bu “doktrin” kısmen mitoman, kısmen de paranoyak ögelere dayanıyor. Mitoman öğeyi Erdoğan-Davutoğlu buluşması sağladı; paranoyak öğe ise bu çiftin Müslüman Kardeşler temelli politikasının çökmesi ile doktrine eklendi. Şimdi bu öneriyi biraz açmaya çalışalım.

• • •

Wikileaks belgelerinden anlaşıldığına göre, daha 2004 yılında Ankara’daki ABD temsilciliği, -kuşkusuz Erdoğan’ın yakın çevresinden sızan bilgilere dayanarak- teşhisi koymuştu: Tayyip Bey kendisini ilahi bir misyonla yüklü hissediyordu. Büyükelçi Eric Edelman, Washington’a yolladığı tarihli telgrafta (20 Ocak 2004), Erdoğan’ın “Tanrı’nın kendisini Türkiye’yi yönetmek için hazırladığına inandığını” yazmıştı. Gerçekten de AKP Başkanı, gizliden gizliye üstadı Necip Fazıl’ın “Başyüce” adını koyduğu bir önderlik özlemi taşıyordu. Yine de yıllar boyu bu özlemini içinde sakladı ve nispeten düşük bir profil sergiledi. Bu “çıraklık” yıllarında ülke ANAP’tan, Doğru Yol Partisi’nden, hatta sosyal demokrat ve Marksistlerden devşirilen politikacılarla enformel bir “koalisyon” ile yönetildi.

Düğüm 2010 yılında, Bülent Arınç’ın “büyük bir milattır” dediği Anayasa Referandumu ile çözüldü ve zarlar atıldı. Arınç’a göre, Anayasa değişikliği ile yargı “tamamen bağımsız” hale gelmiş, Ergenekon ve Balyoz davaları ile bir sürü general tutuklanarak Türk demokrasisi vesayetten kurtulmuştu. “Dünya çapında bir olay bu”, diyordu Arınç ve “kadını erkeğiyle kapı kapı dolaşarak” Referandum sonucunda etki olan Gülencileri göklere çıkarıyordu. (Arınç ile Söyleşi; Aksiyon, 2 Eylül 2013).

AKP % 58 oy almış, rahatlamıştı; artık maskeler çıkarılabilirdi. Çok farklı nedenlerle de olsa, liberal aydınlar, Gülenciler ve Kürt siyasetçiler de Erdoğan’ın arkasındaydı. Üstelik Referandum’dan üç ay sonra Tunus’ta başlayan “Arap Baharı”, ilk alevler söndükten sonra, Türk İslamcılığına parlak ufuklar açmıştı. İşte Erdoğancı doktrinin mitomanyak öğeler taşıyan “iyimser” kısmı bu koşullarda olgunlaştı. Ve Erdoğan’ın kuramla, kitabi kültürle arası hiç iyi olmadığı için, bu konuda iş Profesör Davutoğlu’na düştü.

• • •

mitomanya-dan-paranoya-ya-66728-1.Davutoğlu “Küresel Bunalım” başlıklı eserinde (Küre Yayınları, 2002), birkaç cümle içinde şöyle özetlenebilecek bir “doktrin” geliştirmişti: Batı uygarlığı çöküş halindedir. Ne Çin ne de Hint uygarlıkları evrensel boyutlar taşımadıkları için bir almaşık oluşturma potansiyeli de taşımıyorlar. Zaten bunların ellerinde “teorik olarak Kuran-ı Kerim gibi bilgi ve değer kaynağı, varlık bilinci veren ve dünyanın değişik toplumlarında sürekli okunan, hem elit kültürün zihniyetini dokuyan, hem de yaygın halk kültürünün davranış biçimini belirleyen bir araç” da bulunmuyor. (s. 226). Bu yüzden Batı’ya almaşığı ancak İslam Uygarlığı oluşturabilir. Ve İslam dünyasında da öncü rol, ancak, “Son yüz elli yıllık dönemde en ciddi Batılılaşma tecrübesini yaşayıp, bu tecrübesini İslam alemine aktaran unsur olarak” Türklere düşmektedir. (s. 240). Türklerin sadece bu misyonu üstlenecek yeni bir seçkin zümre yaratması ve -burası “doktrin”de yazılı değil- bunlara liderlik yapacak “Providential Man”i, yani “Başyüce”yi bulması gerekiyor.

Erdoğan-Davutoğlu yakınlaşması bu “vizyon” üzerine kuruldu ve Davutoğlu bu “teorik” temelde “Başyüce”ye biat ederek 2009 yılında Dışişleri Bakanı oldu.

• • •

Doğrusu iyimser doktrin birkaç yıl çok iyi işledi. Bu arada liberal aydın-Cemaat-Kürt siyasetçi triosu Türkiye’nin demokrasi yolunda ilerlediği fikrini Batı kamuoyuna satmayı da başarmıştı. Kimse “Doktrin”in gerçeklerle alay eden incelikleri üzerinde durmuyor, herkes alkışlıyordu. O kadar ki Recep Tayyip Erdoğan, kuramcısı Davutoğlu ile birlikte “Türkiye için dünyada yeni bir rol hayal etmek ve bunu gerçekleştirmek” gerekçesiyle Foreign Policy dergisinin 2011 yılındaki “İlk 100 Küresel Düşünür” listesine bile girdiler. Ayrıca Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidara gelmiş, Dışişleri kurmayı bypass edilerek, İhvan’la gizli bağlar kurulmuştu. Mısır Devlet Başkanı Mursi bu sıfatla AKP 4. Kongresi’ne katıldı ve Erdoğan’a övgüler yağdırdı. Ve yaklaşık bir yıl sonra da Yavuz Sultan Selim adı verilen üçüncü Boğaz köprüsünün temelleri atıldı. Yavuz nasıl Kahire’den Halife Mütevekkil’i Dersaadet’e getirip ondan sözde “Hilafet”i devralmışsa, Erdoğan da aynı başkentten İhvan Başkanı’nı İstanbul’a getiriyor ve ona kendi propagandasını yaptırıyordu. Tablo mükemmeldi.

• • •

Tablo Suriye “Bahar”ının dejenere olması ve iç savaşa dönüşmesiyle bozulmaya başladı. Davutoğlu’nun Esad ve bakanlarıyla saatlerce görüşmesi sonuç vermemiş, Şam rejimi, Ankara doğrultusunda, Müslüman Kardeşler lehine tavır koymamıştı. Erdoğan’ın Esed düşmanlığı bu koşullarda başladı ve giderek Türk dış politikasının yönlendirici ilkesi haline geldi. Mısır’da Sisi darbesi ve İhvan’ın alaşağı edilmesi de Türkiye’de Yeni-Osmanlıcı paradigmanın çöküşünü hızlandırdı. Gerisi biliniyor. “Komşularla sıfır sorun” politikası, hızla “sorunsuz komşu olmaz” politikasına dönüştü ve sonunda Türkiye, Ortadoğu’da, tarihinde benzeri olmayan bir yalnızlığa gömüldü.

• • •

Müslüman Kardeşler örgütü, geçmişi sayısız terör eylemiyle ve çoğu sivillere karşı işlenmiş cinayetlerle dolu, Batı düşmanı bir harekettir. Bu düşmanlık çağdaş kapitalizmle ilgili bir analize değil, anti-laik Ortaçağ değerlerine dayanır ve bu haliyle, Mursi’nin iktidara seçimlerle gelmesine rağmen, İhvancılar demokratik kamuoyunda daima kuşkuyla izlenmişlerdir. Bu nedenle Türkiye gibi laik ve AB adayı bir ülkenin böyle bir çizgiyi savunan konuma sürüklenmesi kuşkusuz Batı’da imajını karartan önemli bir faktör oldu. Daha da kötüsü, saplantı halindeki Esed düşmanlığı, sonunda, AKP iktidarını IŞİD gibi insanlık düşmanı bir harekete sıcak bakmaya, hatta yardımcı olmaya sürüklemiş ve tabloyu daha da karartan bir unsur olmuştu. AKP sözcüleri her ne kadar bu tutumun “adi bir iftira” olduğunu söyleseler de, bölge ile ilgili bütün ciddi gözlemciler, hatta sonunda Biden ve Obama bile –tabii çok daha dikkatli terimlerle- aynı kanıyı dillendirdiler. Kısaca Türkiye, birkaç yıl içinde, Ortadoğu’da hiç sevilmeyen, Batı’da da yolsuzluk dosyalarıyla zan altında, güvenilmez bir müttefik konumuna gelmişti. 7 Haziran seçimleri bu koşullarda yapıldı ve seçimlere “400 milletvekili” sloganıyla giren AKP, Meclis’te hükümet kurabilecek bir çoğunluk bile elde edemedi.

Bu sonuçla Türk Demokrasisi çoktandır ilk kez Batı kamuoyunda iyi bir not alıyordu ve bu da –yandaş medyanın iddialarının aksine- Türkiye seçmenlerinin demokratik tepkisinden, AKP’nin her yönüyle çağ dışı politikasına HAYIR! demesinden kaynaklanıyordu. AKP’nin mitoman paradigması iflas etmişti; 17-25 Aralık “darbesi” bu kez seçim yoluyla legal mecrasını buluyor, Yüce Divan gölgesi koalisyon görüşmelerini etkisi altına almaya başlıyordu. Paranoyak paradigma bu koşullarda hayat bulmaya başladı. AKP uluslararası kanallardan da beslenen bir komplo ile karşı karşıyaydı ve her ne yolla olursa olsun iktidarı işbirlikçilere kaptırmamalıydı.

• • •

Mitoman paradigmayı “okullu” (üstelik profesör) bir düşünce adamı geliştirmişti; paranoyak paradigmayı geliştirmek ise “alaylı” köşe yazarlarına düştü. Bu paradigma da kısaca şöyle özetlenebilir: AKP iktidarı, on iki yıllık iktidarında Türkiye’ye çağ atlattı. Bu süre içinde milli gelir üçe katlandı, borçlar azaldı, Türkiye IMF’ye borç verir hale geldi. Siyasi planda da askeri vesayete son verildi; demokratik haklar genişletildi ve ülke bir “dünya devleti” olma yönünde büyük bir yol aldı. Ne var ki dış güçler bunu içlerine sindiremediler, “Erdoğan’ın ‘Dünya beşten büyüktür’ çıkışlarını” hazmedemediler; ülke tam da “yüz yıllık parantezi” kapatmaya ve 2023’ü bu espri içinde kutlamaya hazırlanırken harekete geçtiler. Dışarda islamofobik güçleri, içerde de darbeci Cemaat’i, terörist Kürtleri ve faiz lobisini harekete geçirdiler. Ve ortak payda da “Erdoğan nefreti” oldu.

Peki, dönüşüm işareti nasıl verildi? İsterseniz bu gelişmeyi de Erdoğan’a en yakın yazarların kaleminden okuyalım.

• • •

Cumhurbaşkanı ile Çin seyahatine katılan N. Bengisu Karaca, “bu uzun yolculukta üzerinde durulmaya değer tek konu” olan “çözüm süreci”nin bozuluşunu şöyle anlatıyor:

“Bir kronoloji çıkarmak gerekse filmi 13 Eylül 2012’de Libya Bingazi’de Amerikan Büyükelçisi Chris Stevens’in öldürüldüğü güne kadar sarmayı düşünürüm. ABD derinleri zaten mıymıntı olan Obama’yı, bu korkunç olayı kullanarak ‘Müslüman Kardeşler’ gibi o zamana dek ‘ılımlı’ kabul edilen ve hasbelkader Sünni ve ‘dindar’ olan hiçbir aktör ile partner olmamaya ikna ettiler. Direnirse Erdoğan da, Türkiye de nasibini alacaktı. Sonrasında neler oldu bakalım: Türkiye’de Taksim (Gezi) kalkışması ve 17-25 Aralık darbesi. Bitmek bilmeyen kamu güvenliği ihlalleri”. İşte Amerikan Derin Devleti’nin marifetleri bunlardı ve bu koşullarda “din kardeşliği ortak paydasında barış” esasına dayanan çözüm süreci de devam edemezdi. “(HaberTürk, 29 Temmuz).

Başka bir Yeni Şafak yazarı ise kopuş tarihini daha gerilere çekiyor, gerçek nedeni 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin reddinde arıyordu. “ABD’nin Ergenekon davalarını desteklemesi, diyordu M. Ş. Oruç, Soğuk Savaş yıllarında CIA tarafından kurulup finanse edilmiş ve sonrasında başıboş kaldığı için ‘sola yatmış’ bir Gladio örgütünün Gülen örgütü eliyle tasfiyesine ses çıkarmaması, bazı çevrelerde bunun ABD’nin 1 Mart tezkeresinin reddinin intikamını alması olarak açıklanır ki, bu doğrudur.” Oysa “Türkiye İngiltere olmadığı için. 3. tarafları etkileyeme(miş)” ve bu koşullarda PKK da “ABD’nin ‘laik olsun çamurdan olsun’ formülüne yöneldiğini kavra(yarak) süreci ‘güç tahkim etmek’ için kullan(mış) ve çözüm sürecini putlaştırıp “TC”ye saldırmak için kullanacağı dikenli bir topuza dönüştür(müştü)” Ve süreç de bu yüzden bozulmuştu. (Yeni Şafak, 16 Ağustos).

Aynı gazetenin yayın müdürü ise tabloyu tamamladı ve bu uluslararası komploda ABD’nin işbirlikçilerini sergiledi. Ona göre “AB ülkelerinin, yani müttefiklerimizin istihbarat uzmanları, askeri uzmanları Kandil’de PKK’ya, Kuzey Suriye’de YPG’ye askeri eğitim veriyor, danışmanlık yapıyor(lardı)”. Ve bu yüzden de “Kandil’e yapılan hava saldırılarında Alman istihbaratçılar ve bir rivayete göre İngiliz istihbaratçılar hedef oluyor(lardı)”. Aynı komplocuların yerli işbirlikçileri ise “entelektüel terör” ile yıkıma yardımcı oluyorlardı. Bu durumda yurtseverlere de “entelektüel teröre, iç işgale direnmek”ten başka çıkar bir yol kalmıyordu. (İ. Karagül; 26 Ağustos).

Bütün bu satırları okuyanlar herhalde yeni paradigmayı neden “paranoyak” olarak nitelediğimizi de anlamışlardır. Gariptir ki yandaş yazarlar bu satırları yazarken, Erdoğan da ABD’ye gidip “mıymıntı Obama” ile görüşmenin yollarını arıyordu. Herhalde bu iki dünya liderini tokalaşırken gösteren fotoğraflar 1 Kasım seçimlerinde önemli bir koz olabilirdi. Ne yazık ki talebine olumlu bir yanıt alamadı. Anlaşılan ABD Başkanı 1 Kasım seçimlerinde kendisine verilmek istenen rolden hiç de hoşlanmamıştı.

• • •

İşte, görebildiğim kadarıyla, mitoman paradigmadan paranoyak paradigmaya geçiş böyle oldu. Bunu söylerken yine de “ABD komplosu” iddialarının tamamen hayal mahsulü olduğunu ifade etmek istemiyorum. Daha çok AKP-ABD ilişkilerinde bu noktaya gelinmiş olmasının çarpıtılarak yorumlanmasını ve bunun da kitlelerde paranoya duyguları yaratacak şekilde yayıldığını anlatmaya çalışıyorum. Bizzat görüşmelere katılanların (Dilipak, Bulaç) açıkladıkları gibi, Adalet ve Kalkınma Partisi, ABD ajanlarının yardımıyla, ABD ile işbirliği içinde kurulmuş bir partidir. Ne var ki, Erdoğan, kendi anlayışına göre “ustalık” dönemine geçtikten sonra, megalomani içinde ve İhvan’la organik ilişkiler bağlamında İslamcı bir cumhuriyetin liderliğine soyunmuş ve “inanın bizi sevmiyorlar” söylemiyle, tüm İslam dünyasını da Batı’ya karşı kışkırtmaya çalışmıştır. Altmış yıldır çeşitli coğrafyalarda bu gibi durumlarla defalarca karşılaşmış olan ve günümüzde de Merkel ve Hollande gibi en yakın müttefiklerini bile dinleyen bir ülkenin bu durumda boş duracağını sanmak elbette saflık olur. Çok az şeyin gizli kaldığı bu elektronik çağda belki de (örneğin Wikileaks benzeri belgelerle) bu konularda yakınlarda hayli aydınlanacağız. Ve de 17-25 Aralık “darbe”sinde ABD ve diğer batılı ülkelerin rolünü öğreneceğiz. Tekrarlayalım ki 7 Haziran sonuçları AKP yöneticilerinin bu “darbe”ye vicdanları rahatlatacak bir yanıt getirememiş olmasıyla yakından ilgilidir. Bu sonuç AKP’yi ve onun hala fiili başkanı konumunda olan Erdoğan’ı paniğe sürüklemiş ve çözüm yeniden ABD’nin kollarına atılmakta bulunmuştur. İlk bakışta İncirlik Üssü’nün açılması ve IŞİD’e karşı ittifak yapılması bu çaresizliğin işaretleri gibi görünüyor. Ve Erdoğan Washington’a giderek “mıymıntı Obama” ile görüşmenin yollarını arıyor.

• • •

Bitti mi? Bitmedi ve bu analiz denemesini bir “sonuç”la değil, bazı sorularla noktalayalım.

Bu günlerde Demirel’in “demokrasilerde çareler tükenmez” sözünü anımsıyor ve Türk demokrasisinde galiba “hileler”in de tükenmediğini düşünerek soruyorum. Yoksa Erdoğan’ın liderliği altında ABD ile IŞİD’e karşı yapılan anlaşma –iç politika ve seçim hesapları ile- PKK’ya karşı savaşa mı dönüştürüldü? Yoksa bu yeni hileye, ABD -resmi planda “Türkler haklı” derken- mukabil bir “hile”yle yanıt vererek el altından da PKK’ya yeşil ışık mı yaktı? Cemil Bayık “ABD ile gizli görüşmeler”den söz ederken acaba bunu mu kastediyordu; yoksa blöf mü yapıyordu? HDP, “ama’sız, fakat’sız silahların susmasını” talep ederken samimi mi davranıyor; yoksa zımni bir anlaşmada “iyi polis rolü” mü oynuyor? CHP ve MHP’nin aksine Davutoğlu’nun seçim kabinesine katılması yoksa bu işbölümünün işareti mi? İşte dramatik gerilimi yansıtan bazı sorular ve bütün bu çelişkiler yumağı arasında, biz vatandaşlar, yolumuzu bulmaya çalışırken uçuşa geçen döviz kurları, 70 binin altını gören borsa ve tabii ufukta görünen işsizler ordusu.. İşte 1 Kasım seçimlerine bu karanlık tablo içinde giriyoruz. 17-25 Aralık darbesi ve Yüce Divan korkusu koalisyon olasılığını yok etti. İstikrar şantajı, kriz ve komplo paranoyası ile tekrar iktidar olma kumarı, Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu’nun uzattığı can simidini reddetmeye yöneldi. Öyle görünüyor ki 1 Kasım akşamı bunun sonuçlarına da katlanacak.