Ölümle yaşam arasındaki ince belirsiz çizgiyi tarif etmek, bir şeye benzetmek istersen virüsleri gösterebilirsin. Yapışabildikleri bir canlı hücre bulduklarında öyle hızla büyüyüp genişler, öyle büyük bir hızla yayılır, içine girdikleri organizmayı öylesine değiştirirler ki şaşıp kalırsın. “Bir şey olmaz” dediğin o güçlü organizma o yaşam dolu beden, halsizleşmeye, güçten düşmeye, çürüyüp dökülmeye başlar. Ciğerlerine işleyen o virüs Şeyhülislam kılığında da olabilir, korona donunda da.

Ne durumda öfkeniz?

Yaşlı insanların çocuklarla kolay anlaştığı söylenir. Bu da gelinen yerle gidilecek yerin aynı olmasından kaynaklanır. Çocuk geldiği yeri, hayat dedikleri şey onu boğana kadar unutmaz. Yaşlı insanlar ise kaçınılmaz son yaklaştıkça geldikleri yeri, sonsuzluğu hatırlamaya başlarlar. Dikkat ediyorsanız, yaşlı insanlardan söz ediyorum, ihtiyarlardan değil; onlar yalnızca oflayıp puflamak, yakınmak, geçip giden pek de fark etmedikleri hayata ağıt yakmakla geçirirler zamanlarını.

Peki, siz öfkeli misiniz biraz?

Bu korona belasıyla birlikte tutturdukları “65 yaş üstü”, bazen kısa olsun diye “65 artı” meselesinin arkasındaki gerçek budur. 65 artı insanlar, ölüme yani sonsuzluğa daha yakın oldukları için ölüm oranlarını yükseltirler; bu da çetele tutanların işine gelmez, ekonomiyi yeniden ayakları üstüne kaldırmanın, AVM’leri açmanın, turizmin - hiç değilse iç olanını- canlandırmanın yolunu tıkar. 65 yaş üstünü koru, istatistikleri kabartmasınlar; 20 yaş altını da sakın, çünkü onlar deli dolu, söz dinlemez, daha dünya ahvalini anlamamış korona yayıcısıdırlar; -işsizlik var şimdi kaçınılmaz olarak, geleceğin işgücüdürler, yedeğidirler- çalışabilir durumda olanları yaş meselesine katmadık, çalışsın onlar, peki aradakiler?

Yüzünüzü ateş mi bastı sizin, kime kızdınız, bu öfke neden?

Bu virüs canımıza okuyor bizim ve hiç de insani değil. Virüs işte, nasıl insani olsun. Ama sevgili kardeşlerim, arada sırada “Şu 70’likler de şu köşeleri bıraksalar da gençlere yer açılsa” diyen belki de yaşını saklayan ya da mahkeme kararıyla küçültmüş olan kimi densizlerin, insani olandan haberi var mı? Ama ben size söyleyeyim, bu yazı meselesi bildiğiniz gibi değildir, “bu bir tutkudur Müzeyyen” gibi bir şeydir. Sait Faik ustanın “Yazmasam çıldıracaktım” dediği tam da budur. Biz, ülkenin üstüne karanlık çöktüğünde gider kendimize bir sarı defter alır kalemin ucunu sivriltir, yazmaya başlarız. İşte diyorum ki ben de, acı zamanlardayız, gün karardı, nefes almak zorlaşıyor.

Burnunuza doğru yükseliyor mu öfkeniz?

SAKIN ÇIKMA SOKAĞA

Sokağa çıkma yasağının uygulanacağı açıklandığında “Eyvah” dedim nedense. “Nedense” diyorum çünkü zaten yaşım 70, yani 65 artı olduğu için sokağa çıkması yasak olanlardandım ben. Zaten yasaklı olana sokağa çıkma yasağı ne ki?

Niye “eyvah” dedim öyleyse, neden yine yüreğim sıkıştı? Yüreğimde bir kıpırtı oldu da ondan; çünkü sokağa çıkma yasaklarını sık sık yaşamış biriyim ben. Telaşınız yasağın durup dururken ilan edilmeyeceğini bilmenizden kaynaklanır. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de sık sık gördüğümüz gibi “kanun kaçaklarını” “şehir eşkıyalarını” (o zaman öyle diyorlardı) aradıkları devrimcileri, yakalamak için ilan edilmişti. Bir de insanları koyun gibi saymak, nüfusumuz kaça çıktı öğrenmek için konulduğu olmuştur. Peki, bu kez gerçek neren korona mıdır?

“İstisnaya alıştırmak” için olmasın sakın.

Tamam, bu kez farklı, Covid-19 yüzünden içerdeyiz; kendimizi kapattık bize ulaşamasın, ciğerlerimize girip bizi perişan etmesin, öldürmesin diye; “İçeri girin kapıları iyice kapatın” diyen “de facto otoriteye” uyduk. Az biraz Agamben falan kafamızı karıştırdıysa da girdik içeri. Bu “de facto otorite” lafı da benim lafım değil, Bertelsman nam bir Alman enstitüsü var onlarındır; “Türkiye’de artık ‘de facto’ otoriter bir rejim var” demişler. Var mı gerçekten; “de facto” mu, başka türlü mü, bilemiyoruz. Ama göğsümüzün üstünde bir ağırlık var, o kesin.

Tepeniz atmadı, öfkeniz patlamadı mı daha?

YÜREKLERİN KULAKLARI SAĞIR...

Ne anlatıyorsun sen, söylediklerini kulakların duyuyor mu? Büyük gerçeği kaçırmışsın, virüsle uğraşıp duruyorsun. Sokağa çıkma yasağının aslını astarını da unutmuşsun; nostaljik anılarla vakit geçiriyorsun, tabii vakit geçirmen gerekiyor senin. Peki, bu hızla geçen vakitte neler olup bitiyor farkında mısın? Dört duvar arasında kendi lüksünle güzelleştirdiğin ya da öyle sandığın hapishanenden sokağa baktığında ne görüyorsun, boş bir sokak mı? Bir sürü boş sokak var. Sonra o boş sokakların biraz ilerisinde birilerinin girip çıktığı, tıpkı senin kapalı mekânın gibi bir mekânda ak kağıtlara yazılmış kara yazılar sokak sokak dağılmaya başlıyor, ama sen farkında değilsin. Tehlikeli bir virüs çoğalıyor. Çoğaldıkça sokak aralarına giriyor, evlerin pençelerinden, duvarlardaki yarıklardan, bacalardan evlerin içine sızıyor.

“Bu senin hikayen, burada anlatılan sensin” demediler mi sana? Öğrenmen gerekmiyor mu artık o hikâyeyi, çok geç kalmadınsa, çok geç olmasıysa, iş işten geçmediyse? Bak yaşın da 65 artı’yı çoktan geçmiş, 70’i devirmişsin, vakit geçirme de dinle...

İlk bilgi virüslerin canlı olmadıklarını söyler. Tam doğru değildir bu bilgi. Virüsler canlı ile cansız madde arasında bir yerde dururlar. Onların canlanabilmek için bir canlıya tutunmaları, barındırdıkları kinetik enerjiyi harekete geçirmeleri gerekir. Ölümle yaşam arasındaki ince belirsiz çizgiyi tarif etmek bir şeye benzetmek istersen virüsleri gösterebilirsin. Yapışabildikleri bir canlı hücre bulduklarında öyle hızla büyüyüp genişler, öyle büyük bir hızla yayılır, içine girdikleri organizmayı öylesine değiştirirler ki şaşıp kalırsın. “Bir şey olmaz” dediğin o güçlü organizma, o yaşam dolu beden, halsizleşmeye, güçten düşmeye, çürüyüp dökülmeye başlar. Ciğerlerine işleyen o virüs Şeyhülislam kılığında da olabilir, korona donunda da.

Öfkeniz yaktı mı nihayet yüreğinizi?

Yakıyorsa, o eski bilgiyi hatırlamanız, o yaşamsal, öfkenizi bileyecek bilgiye dönmeniz gerekiyor. Hani şu duvarlar yıkıldığında altında kalan, sonra teslim olan, “Artık bitti, elveda, tarihin sonu geldi” diye ağlamaklı bir sesle yalvararak sizi de boyun eğmeye çalışan eski arkadaşlarınızın terk ettiği bilgiye dönmelisiniz. Buradan başlamak zorundasınız, geldiğiniz yer burası. Size diyor ki sizi teslim almaya gelen o de facto; “Tarihte olup bitenleri unutun, başarılmış ne varsa yalandır; Paris Komünü’nün büyük bir ders, iktidarın alınabilir olduğunu gösterdiği doğru değildir; Ekim yalandır, savaşın sonunda Hitler’in intihar ettiği içi boş bir efsane, Hitler’in çoğaldığı gerçektir; Mussolini’nin ayaklarından asılarak sergilendiği uydurmadır, bak her köşeden kaç Mussolini çıkıyor; İspanya iç savaşını kahramanlık gibi anlatırlar inanma, Franko’nun büyük zaferidir o; Granma yalandır, Küba diye küçük adayı örnek gösterme boşuna; akademide kurutulmuş, orasından burasından çekiştirilmiş, Postlanmış Marx’la yetin sen, Engels’in çürütülmüş diyalektiğinin nasıl yerlerde süründüğüne inan.”

Böyle konuşur o “de facto.” Ama sokakların rengi nasıl da hızla değişiyor bu arada. Bak çayırların güzelim yeşili nasıl da siyaha karışmış karanlık bir yeşile döndü. Acele etmelisiniz, son ışığı yakalamak, gökyüzünü delmek, ışığı yeniden bulutların arasından yeryüzüne sızdırmak zorundasınız...

***

Ya Covid-19? O yaşamla ölüm arasındaki insanın kendi çizgisidir, onu yeneriz. Ama şimdi her yeri sarmış olan daha tehlikeli başka bir virüs var. Onun karşısında yıllardır geriliyoruz; burnu büyüklük hastalığımız nedeniyle gerilediğimizin farkında bile değiliz. Bakın 23 Nisan geçti, savunamadık; hiç bir şey anlatamadık açlığın pençesindeki insanlara, çocuklara, egemenlik nedir söyleyemedik...

İşte 1 Mayıs da geçti; o ışığın nasıl yakalanabileceğini anlayabileceğimiz, anladıksa anlatabileceğimiz son gündü. Olmadıysa, başaramadınızsa, göremedinizse gelecek günleri, ayları, yılları... Sosyalizmi, demokrasiyi, cumhuriyeti falan unutun...

Unutun hâlâ çıkmadıysa öfkeniz kınından.