Ölülerimizi gömerken bize en fazla 30 kişi olabilirsiniz dediler. Ama devlet büyüklerinin bir Nurcu şeyhin cenaze törenine katıldıklarını ve o törenin yine tıklım tıklım olduğunu izledik TV kanallarında. O zaman bunu büyük bir haksızlık olarak gördük, olmayan güvenimizi de yitirdik, kendimize güvenimiz de yıkıldı bu arada.

Ölümle hayat arasındaki insan

Salgın nedeniyle ölümlerin günde 300’ü aşması, her gün yakınlarımızda birilerini ölüme ya da ölüm tehdidine teslim etmemiz içimizdeki ebedi korkuyu, soyut bir korku olmaktan çıkardı. Yakınlarımızda, dokunduğumuz yerde ölüm var artık. Hep vardı ama ya rastlantılara, kazalara, bizi öfkelendiren şiddete, bizden uzak olduğunu umduğumuz hastalıklara bağlıydı ölüm ya da bir gün karşılaşacağımız kaçınılmaz, mezarlıkların kapısında yazdığı gibi -“Her fani bir gün ölümü tadacaktır”- soyut sonuydu insanın. Şimdi öyle değildir. Bir yerde bekleyen değil, harekete geçen, inisiyatifi ele geçirmiş öznedir ölüm.

Öbür uçta ise korkunun ele geçirdiği hayat var. Hayat nedir? Öncelikle soluk almaktır. Ölümle hayat arasındaki ince çizgi nefes almak olarak tanımlanır. Nefes alabilmek hayatta kalmak, alamamak hiçliğe yuvarlanmaktır. Sedat Ergin’in internette kolayca bulabileceğiniz yazısından aktarayım daha iyisini yazamayacağım için: “Doktorunuz, kanınızdaki oksijen oranı kritik eşiğin altına düştüğü için akciğerinizin desteksiz çalışamayacağını söylüyor. Artık entübe edilmeniz, solunum cihazına bağlanmanız gerekiyor. (...) Bu sıkıntılı işlemi yapabilmek için önce anestezi ile sizi bayıltacaklarını söylüyorlar. Birazdan bilincinizin kapanacağı gerçeği ile karşı karşıyasınız. Bilincinizin bir daha açılıp açılmayacağını bilmeden son bir kez çevrenize bakıyorsunuz. Hasta yatağınızın çevresinde toplanmış yoğun bakım uzmanı doktor, kısa bir süre sonra anestezi ve ardından entübasyon işlemlerine katılacak sağlık personelini görüyorsunuz. Bu, yoksa hayata son bakışınız mı?”

Gerçekten son bakışınız olabilir ama belki de hayata dönersiniz. Bir yanda ölüm bir yanda hayat var. İnsan, hayatını, çok sevdiği yeryüzünü, gökyüzünü, tüm mevsimleri, yağmuru, karı, neşeyi, hüznü, sevdiği işleri, sevmediği ama şimdi itiraz etmek bir yana bağrına basacağı zorunlulukları, dostlarını, yakınlarını, çocuklarını, torunlarını düşünüyor; onlarla birlikte olmanın, onların hayatta olduklarının bilmenin hayatın kendisi olduğunu daha çok anlıyor. Hayatını korumak zorunda olduğunu, yüreğini daraltan büyük bir baskı halinde, kimi zaman bencilce, ama kesinlikle daha fazla, daha yoğun hissediyor. Bu duygu artık derinlerde bir yerde, bilinçaltında değil, su yüzüne çıktı. Göz göze gelebileceğimiz kadar yaklaştı. İşte bakışıyoruz. Çizginin hemen arkasında ölüm var, bekliyor, bu tarafta ise hayat. Peki, ikisinin arasında ne var?

PİRUS ZAFERİ OLMASIN

İkisinin arasında savaş var.

Savaşlar her zaman zaferle sonuçlanmaz, iki taraf varsa biri kazanır öteki kaybeder. Her iki tarafın da kaybettiği ya da kazandığını zanneden tarafın gerçekte mağlup olduğu savaşlar da var tarihte. “Pirus zaferi” diyorlar. Savaş meydanına bakıyor, her yeri kaplamış ama savaşı da yitirmiş sonunda ölüm, çekip gitmiş. Roma’ya karşı kazandığı zaferi kutlayan Tarentum kralı Pirus ise ölüler arasında geziniyor, ordu diye bir şey kalmamış geride. Roma’yı yendi kral, ama ne yapacak ki bu bedeli ağır zaferi Pirus. Biz de şimdiki savaşımızın hayatın ölümü yeneceğini umduğumuz savaşımızın nasıl sonuçlanacağını henüz bilmiyoruz. Gittikçe artan korkumuzun nedeni, sonunda kazanacağımıza yürekten inandığımız zaferin bir Pirus zaferi olması ihtimalidir.

Korkuyu yenip savaşı gerçekten kazanabilir miyiz? Kazanabilirdik. Bu kadar çok yanlış, bu kadar çok strateji taktik hata yapmasaydık; ülkeyi yönetenler başka öncelikleri iktidarı korumak için kaçınılmaz saydıkları önceliklerini sağlığımızın önüne koymasalardı; onların hatalarına yanlışlarına artık cehalet denemeyecek vurdumduymazlıklarına boyun eğmeseydik kazanabilirdik. Şimdi yokuş aşağı yuvarlanırken belki bir çalıya bir çıkıntıya tutunup durabilir, yeniden hayatın eskisi gibi sürdüğü tepeye çıkabiliriz. Belki hâlâ bir yol, bir çıkış kapısı vardır.

Çıkış kapısının üstünde “aşı” yazıyor. 85-90 milyonluk bir ülkeyiz, en az yüzde 70’imizin hızla aşılanması durumunda ihtimal salgını durdurabileceğimizi söylüyor doktorlar. Ama o kadar aşı yok ki. Satın alındığı söylenen aşılar gelmedi. O nedenle de hızı yakalayamıyoruz, iş uzarsa aşılanmış olanların antikor seviyelerinin yeniden düşeceği zamanlar gelecek ve sıfırlanacak her şey.

Kapının üstünde başka ne yazıyor? “Mesafe” yazıyor. 1.5 - 2 metre mesafe kuralı var. Uymayana ceza yazıyor polisler. Yine de bizler virüsün nereden üstümüze çullanacağını bilemiyor evde sokakta o mesafeyi tutturamıyoruz. Biraz da inanmıyoruz aslına bakarsanız. Çünkü iktidar partisinin kongrelerinin lebaleb dolu geçtiğini ve bunun iftiharla duyurulduğunu gördük bizler. Ölülerimizi gömerken de bize en fazla 30 kişi olabilirsiniz dediler. Ama devlet büyüklerinin bir Nurcu şeyhin cenaze törenine katıldıklarını ve o törenin yine tıklım tıklım olduğunu izledik TV kanallarında. O zaman bunu büyük bir haksızlık olarak gördük, olmayan güvenimizi de yitirdik, kendimize güvenimiz de yıkıldı bu arada. Maskeler bizi virüsten korumak yerine korkumuzu gizleyen eşyaya dönüştü.

ÖZGÜRLÜK EY ÖZGÜRLÜK

Başka ne yazıyordu kapının üstünde? “Temizlik”. Geriye yalnızca bu kaldı. Sürekli ellerimizi yıkıyoruz. Sürekli suyun içinde ellerimiz ve buruştu iyice. Olsun, buruşsun, işe yarasın da. Bir de diyorlar ki, “Evden çıkmayın”, 65 yaş üstü 20 yaş altına sokağı, otobüsleri yasakladılar. Sokakta çeviriyor, “Dede ne işin var senin sokakta” diyor gencecik polisler, bekçiler, “Yürüme işim var” diyoruz, “Özgürlüğümüzü kazanma işimiz var, bırakın bu anlamsız yasağı” diyoruz, kimse dinlemiyor bizi. Cezayı basıyorlar. Geliri asgari ücretin altında olan bir yurttaşın maaşına haciz geldi geçenlerde. İşçiler, memurlar ise çalıştırılıyor ve hastalanıyorlar; onların virüse karşı hiç bir korunması yoktur, Bize “Evden çıkmayın diyeceğinize onları kurtarsanız ya” diyoruz, kötü kötü bakıyor ekonominin kurtarıcı melekleri.

İnsanların evlerine kapatılmasıyla özgürlüğün kapatılması konusunu düşünürken, Şeriatçı FETÖ’nün darbe girişiminin bastırılmasından sonra iktidar partisinin önemli bir adamından “darbeyi fırsata çevirmeyi” planladıklarını duymuştuk. Çevirdiler gerçekten. Olağanüstü haller, kararnameler birbirini izledi. Kapılar kapandı, pencereler sürgülendi. O “fırsat” daha bitmeden pandemi geldi oturdu ülkenin üstüne. Yeni bir fırsattır diye ne çok sevindiler ama. Artık gösteri yapmak, basın toplantısı düzenlemek, kısacası itiraz etmek yasaktır. Valiler kaymakamlar “Pandemi nedeniyle gösteri, açıklama, toplanma yasaktır” diye yazıyorlar dilin en resmi jargonuyla. Ne alaka vali bey? Bu “ne alaka vali bey” itirazı güldürüyor onları.

��� ★ ★

Gülüp geçebilirler, ama özgürlük hangi gerekçeyle olursa olsun teslim edilecek bir şey değildir. Pandemiyle savaşı da insanlar özgürlüklerinden vazgeçerek değil tam tersine özgürlüklerine sahip çıkarak kazanabilirler. Biz sizin bilmediğiniz, bilmek istemediğiniz bir özgürlük kavramının sahipleriyiz. Özgürlüğün zorunlulukla ilişkisini anlamanız zor sizin. Siz çünkü yalnızca kendi çıkarlarınız için yasak koymayı biliyorsunuz. Oysa özgürlüğün zorunlulukla ilişkisi insanın bilinciyle ilgilidir. Biz hayatı, zorunluluğun aşılması hedefini bir an bile unutmadan o çerçeve içinde özgür kalmanın tüm imkânlarını kullanarak, bilincimizi özgür kılarak, özgürlüğün sahibi olmaktan bir an bile vazgeçmeden örgütleyebiliriz. Siz ise yasaklarla kendinize daha geniş bir egemenlik alanı kurmaktan başka bir şey bilmiyorsunuz. Ama başaramayacaksınız.

Bu salgına karşı kazanılacak zaferin Pirus zaferi olmaması için salgının yanına yerleştirdik sizi. Salgını da yeneceğiz sizi de.