Tartışma, “Koronaya karşı karantina uzatılsın ve yaygınlaşsın, tehlike geçmedi” tezi ile “tehlike geçiyor, normal hayat yakında” tezi arasındadır. Türkiye sert önlemler uygulayan bir ülke değil; ama açıkça sürü yöntemini kullanarak mücadeleyi zamana bırakmış bir ülke de değil.

Tartışmada ikinci tez ağırlık kazanmış gibidir.

Bu “münazaranın” arka planında ekonomik büyüme sorunu yer alıyor. Bir kesim “normal hayata” yani “ekonominin eskiden olduğu gibi işlemesine dönmek, böylece yeniden büyüme trendini yakalamak”, diğer kesim “hayır önlemler gevşetilir, karantina genişletilmezse, büyüme trendi yakalanamaz, ertelenir” yaklaşımını savunuyor.

Bu arada “normal hayata dönüş” tezini savunanların tezlerini ekonomik bir yaklaşım olarak değil, “özgürlüklerin gönüllü olarak sınırlandırılmasından artık sıkılmış insanların özgürlüğünü geri vermek” olarak tanıtmayı yeğlediklerini de vurgulamak gerekir. Çünkü sıkılmış yurttaş çoğunluğu konuya ekonomi tartışması olarak değil özgürlük tartışması olarak bakıyor.

İktidarlar ekonomik bunalımdan kurtuluş umuduyla, insanı tartışmada bir parametre olarak kabul etmeyen anlayışın temsilcileridir. Kuşkusuz bu anlayışı Trump gibi açıkça savunmak zordur. Türkiye bu konuda açık sözlüdür: CB Sözcüsü İbrahim Kalın, “Uzun soluklu karantinanın ekonomiye maliyeti çok daha ağır olurdu.” diyerek iktidarın yaklaşımını net bir şekilde açıkladı.

Sosyalistler bu tartışmanın neresinde? Her şeyden önce konunun kriz sosyalizmde nasıl önlenir ya da çözülür meselesi olmadığını söyleyelim. Verili koşullarda kapitalist sistemde, koşulların nasıl zorlanabileceği tartışıldı. Akademisyenler insan unsuruna öncelik veren öneriler geliştirdiler. Kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramları öne çıkardılar.

Prof.Dr. Korkut Boratav yaşadığımız krizin özelliğine vurgu yaptı; “sadece kapitalizmi değil yaşayan tüm toplumları ayakta tutan etkenin ‘üretken emek’ olduğunu ortaya koymasıdır. Yani bir finansal kriz gibi değil emeğin doğrudan doğruya hastalık nedeniyle üretim dışına sürüklenmesi sonunda kriz patlak verdi.” Boratav Hoca, “krizi yönetmenin temel yöntemi sağlık ve üretimden- tüketimden kopan emeğin finansmanı olmalıdır.” diye de altını çizdi.

İktidarın “işten çıkartmanın yasaklanması” perdesi altında “ücretsiz izne çıkarma” uygulaması yürürlükte. Boratav ise yaşamsal tehlike altındaki işçinin “üretimden kopma hakkını” savundu. “Üretim koşulları nedeniyle hayatının tehlikeye girdiğini algılayan emekçi gelir endişesine kapılmadan üretimden kopma hakkını kullanmalı. ‘Bu koşullarda çalışırsam hayatımı kaybedebilirim’ endişesi emeğin üretimden kopmasını tetiklemeli” dedi. (Filiz Gazi; Duvar Gazetesi)

Özetlemek her zaman sakıncalıdır; o nedenle de kaynağından okumak en doğrusu, ama öyle anlaşılıyor ki, sol ne derse desin, önümüzdeki haftalarda krizin inişe geçtiği, insanların ve kuşkusuz ekonominin ‘özgürlüğü’ önündeki engellerin kalktığı söylenecek.

Riskin azalmayacağı “özgür” koşullarda kendimizi korumamız zorlaşacak.

Aslında bu tartışmanın Giorgio Agamben’in özgürlüğü öne alan başka bir boyutu daha var; şöyle diyor İtalyan düşünür: “Birileri çıkıp aceleyle, karşı karşıya kaldığımız bu durumun geçici olduğunu, sonrasında her şeyin eski haline döneceğini söyleyecektir. (...) Ne olursa olsun, ister dürüstçe ister kendimizi kandırarak boyun eğmeye rıza gösterdiğimiz bu durum geri çevrilemez.” (Bir Soru. Gazete Duvar; 18 4.2020)

Agamben’in tezlerini “gerçekçi” bulmayabilirsiniz; peki ufukta görünen ne öyleyse?