Ülkemiz yasakçı zihniyetten yakasını hiçbir zaman kurtaramadı. Yasaklayanlar ve yasaklananlar değişse de zihniyet hep aynı kaldı. Sansürün en fazla uygulandığı sanat alanı ise sinema oldu.

Sansürlü hayatlarımız

Yasaklama ve sansür, hayatlarımızın bir parçası. Gün geçmiyor ki, haber merkezlerine yeni bir yasaklama haberi düşmesin. Şu sıralar, yasaklanan konserler ve festivallere ilişkin haberler yansıyor medyaya (daha doğrusu, özgür medyaya) sıklıkla. Siyasi iktidarın hoşuna gitmeyen herhangi bir etkinlik valilik kararıyla yasaklanıveriyor. Gerekçe, milli güvenlik!

Sansür, yalnızca konser ve festivallerle sınırlı kalmıyor. Kimi sanatçılarımızın giyim kuşamları ‘genel ahlak’a uygun bulunmadığından sahneye çıkmaları engelleniyor. Üstelik, bu yasaklamayla yetinilmeyip, sosyal medyada troller eliyle bir linç kampanyası düzenleniyor. Bazı tiyatrolarımız turnelerinde keyfi yasaklamalarla karşı karşıya kalıyor. Kimi zaman bu yasaklama salon vermemek gibi ‘teknik’ bir biçim alıyor; kimi zaman da sanatçıyı kamusal destekten mahrum bırakan ‘ekonomik sansür’ biçimine bürünüyor. Bu durumda, sanatçının ya da sanat topluluğunun karşısında iki seçenek bırakılıyor: Ya ‘oto-sansür’e başvuracak, ya da suskunluğu, dolayısıyla unutulmayı ve yoksulluğu seçecek. Oysa, bir de üçüncü seçenek var: Tüm onurlu sanatçılarımızın yaptığı gibi, sesini yükseltmek, mücadele etmek.

BEYAZPERDEDE SİYAH LEKELER

Sanat alanlarımız içinde, sansürle başı en fazla derde gireni sinema olmuştur. Sinema tarihçilerimiz, Türkiye’de ilk sinema sansürünün İstanbul’daki işgal güçleri tarafından yapıldığı noktasında birleşir. Ahmet Fehim’in yönettiği Hüseyin Rahmi Gürpınar uyarlaması “Mürebbiye”deki Fransız mürebbiyenin temsili Fransız komutanın hoşuna gitmediği için filmin gösterimi 1919 yılında işgal komutanlığınca yasaklanmış, hatta filmin Anadolu gösterimleri de engellenmiş. Buna ilişkin bazı belgeler de var elimizde. Ne var ki, ilk sansür olayını çok daha eskide aramak gerek. Sinemanın ülkemize girdiği II. Abdülhamid döneminde, sansür sistemin iliklerine kadar nüfuz etmişken, sinema gösterimlerini denetim dışı bırakması düşünülebilir mi? Burçak Evren, 1908 yılına ilişkin bir belgeyi kanıt göstererek, Abdülhamid’in iki Fransız’ın İstanbul’da yapmak istedikleri çekimleri sakıncalı bularak yasakladığını yazmıştır. Agah Özgüç de, ülkede yabancılara film çekme izni verilmesi için Fransa Büyükelçisi’nin Abdülhamid’i ikna ettiğini yazar. Bu konuda daha fazla bilgilenmek için, Yrd. Doç. Dr. Serdar Öztürk’ün, 2006 yılında Galatasaray İletişim’de yayımlanan “Türk Sinemasında İlk Sansür Tartışmaları ve Yeni Belgeler” makalesine başvurulabilir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında işgal güçlerinin sansürcüleri, “Mürebbiye”den sonra, Muhsin Ertuğrul’un “Nur Baba” filmini yasaklamış. Gerekçeleri Bektaşilerin filme karşı tepkilerinin önünü almak… Ankara hükümeti 1920 yılında sansür yetkisini valiliklere veriyor, ama uygulamada bu iş ithal filmlerin fotoğraflarına bakarak karar veren gümrük memurlarının ve polisin görev alanı içinde kalıyor. Haziran 1932’de film kontrolü merkezi bir yapıya bağlanıyor; Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlıklarının oluşturduğu bir kurul film sansürü ile görevlendiriliyor. Kurul, filmleri din propagandası yapılmaması, ahlak kurallarına ve kamu düzenine uygunluk açısından değerlendiriyor.

1939 yılında TBMM’de kabul edilen -ve büyük ölçüde Mussolini’nin yasasından yararlanıldığı belli olan- ‘Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’ uyarınca bir sansür tüzüğü hazırlanıyor. Bu tüzükte ‘herhangi bir dinin veya devletin siyasi propagandasını yapan, ideolojik propaganda yapan, suça teşvik eden, genel ahlaka aykırı ve askerliği kötüleyen filmler’ sakıncalı bulunuyor. Sinemamızın başına bela olan bu tüzük hükümleri gerekçe gösterilerek yüzlerce film yasaklandı. Uzun yıllar boyu iki aşamalı bir sansür uygulandı sinemada. Önce, senaryo sansürü, film tamamlandıktan sonra film sansürü… Yapımcılar, sansür korkusundan yönetmenler üzerinde baskı oluşturdular. Senaristler özgür düşüncelerini rafa kaldırıp ısmarlama senaryolar yazdılar. Kimi zaman sansüre farklı bir senaryo gönderdiler. Kimi film ithalcileri para kazanmak için filmlerinin kuşa döndürülmesine razı oldular, kimi zaman bunu bizzat yaptılar, film kopyalarını keserek gönderdiler sansüre.

BİRKAÇ ANI

60’larda yeni Anayasa göreli bir özgürlük getirmesine karşın, sansür hazretleri varlığını korudu. 70’lerde, 80’lerde de, film yapımcıları, film dışalım firmaları sansürle boğuşmaya devam ettiler. Yalnızca onlar mı? Sinema kültür kurumları da sansür baskısı altındaydı. Benim kişisel tarihimde sansürün özel bir yeri vardır. Sinematek ve İstanbul Uluslararası Film Festivali yılları… Sansüre verilen tavizler ve sansüre karşı verilen mücadeleler… Cinsellikten komünistliğe, Türk düşmanlığına uzanan upuzun bir yasaklar listesi önümüzde dururken, sinema kültürünün başyapıtlarını seyirciyle buluşturmak gibi ‘ütopik’ bir amacın peşinde koşuyorduk o günlerde.

Angelopoulos’un bir filminin (“Avcılar”dı yanlış anımsamıyorsam) final sahnesindeki kızıl bayrakları göstermemek kaydıyla gösterim izni aldığımızda son sahnede projeksiyon makinesinin önünü kapatmak çözümü bulunmuştu. Filmi Yunan heyeti yanında getirdiğinden sansüre gösterim günü sabahı yetiştirebilmiş, ilk bobinler ‘temize çıkınca’ Konak Sineması’na gönderebilmiştik. Ama, sansür heyetinin itiraz ettiği sahneler çoğalınca gösterim durmuş, bu arada haber sinemada duyulduğu için herkes filmin sansürden gelecek bobinlerini beklemeye başlamıştı...

Bir başka gün, Panfilov’un “Gel ve Gör”ü sansüre gösteriliyor, biz de sansürün kapısında (içeri alınmazdık) doğumu bekleyen babalar gibi bekliyorduk. Önce Albay çıktı kapıdan, bana doğru geldi; eyvah, yasaklama geliyor, bu savaş karşıtı filme yazık olacak diye düşünüyordum ki, Albay yaklaştı, elini uzattı “Tebrik ederim, müthiş bir savaş filmi” deyiverdi! O yıllarda Sansür Kurulu’nda, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Basın Yayın Genel Müdürlüğü ve Kültür Bakanlığı’ndan birer temsilci yer alıyordu. Daha nice hikâye var böyle, ama yerim yetmez…

Sonraki yıllarda tedrici düzelmeler oldu, önce festivallerde gösterilen yabancı filmler sansürden muaf tutuldu, kuruldaki asker ve polislerin yerini siviller aldı, maddeler hafifledi, ama işin özü pek değişmedi. 1983’te sansür yetkisi İçişleri Bakanlığı’ndan Kültür Bakanlığı’na devredildikten sonra, Kurul üyelerinin çoğunluğu sektörden seçilmeye başlandı. 2019 yılında ‘Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun’da yapılan değişiklik sonucu, yaş kategorilerine göre sınıflandırma esas alınmaya başlandı, ama Kurul’un yasaklama yetkisi yerinde duruyor. Kürt sorununa dokunan filmlere uygulanan ‘özel muamele’ dışında, filmler kesilip biçilmiyor. Buna da şükür demeyeceğiz elbette… Aynı yasaya tabi ‘destek’ mekanizmalarında bir ayrımcılık, dolaylı bir sansür uygulanıyor mu diye meraklananlara, Değerlendirme Kurulu’nda Bakanlık tercihlerine ters düşmemeye gayret eden sektör temsilcilerine danışmalarını öneririm.

Bu yazıyı yazma nedenim, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayınladığı “Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi 1932-1988” adlı kitaba dikkat çekmek, kitapta yer alan ‘Sansür Karar Defterleri’nden örnekler vermekti. Yerim yetmedi, belki haftaya devam ederiz…