23 yaşında tek başına iş hayatına atılan, çeşitli sektörlerde faaliyet gösterip bir “Grup” olan ve 1979’da da Karacanlar’dan Milliyet’i satın alarak medya sektörüne giren Aydın Doğan, 80 yaşını geride bıraktığı bu günlerde medyadaki varını yoğunu satarak 40 yıllık yayıncılık alanından “çıktı”.

Ne var bunda diyebiliriz; medya zaten uzun zamandır holdinglerin ilgi alanında, holdingler tarafından alınıp satılan bir “mal” durumunda.

Aydın Doğan’ın medyaya girişinden söz edilirken, gazeteyi aldıktan hemen sonra çalışanlara “Ya sendikadan ayrılın ya gazeteden” diye baskı yapışı, noterin gazeteye getirilmesi ve gazetecilerin sendikadan istifa için önünde kuyruk oluşturmaları anımsanır hep.

Gerçekten de, Doğan’ın medyaya giriş hikâyesine gazeteciler penceresinden bakıldığında ilk görülmesi gereken budur. İlk onu görsün gazeteciler, ama dudaklarında Nazım’ın dizlerini de mırıldanarak: “Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende, / Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, / - demeğe de dilim varmıyor ama - / kabahatin çoğu senin, canım (gazetecim)!

Şimdi ardından onun ne denli gazeteci babası, ne kadar sağlam gazetecisinin arkasında duran bir patron olduğunu söyleyenlerimiz de var tabii. Zaman içinde taşlar yerli yerine oturacak, başka şeyler de söylenecek, peş peşe kaç sarı öküzün iktidara verilmesinin ardından bugüne gelindiği de anlatılacak.

Bir medyanın gücünün ve kitleler tarafından takdirinin iktidarlar karşısında “dik durup eğilme”mesine bağlı olduğu görülecek.

Doğan’ın medyaya girişi ile sendikanın gazeteden kovuluşunu birlikte anıyorsak, bırakıp gidişini de, bir gazete patronunun yüzde yüz iktidara biat etmeden “idare” edemeyişiyle birlikte anacağız. Gazetecisini güçsüzleştirirken kendinin de güçsüzleşmesi ile…

Medya grubunu ucuza mı sattı, ederine mi; 28 Şubat falan denilerek cezaeviyle tehdit edildiği için mi gitti yoksa “kendi isteğiyle” mi 40 yıllık mesleğine nokta koydu, o tartışma ikincil bu aşamada.

Türkiye tam da çok kritik bir seçime giderken; Erdoğan 7X24 konuşsa her konuşmasını canlı yayımlayan, yazmasın denilen gazetecilerine biraz ortalıkta görünme diyen, tartışma programlarına ancak iktidar onaylı kişileri çıkaran bir medya grubu, ara sıra ana muhalefet partisine söz hakkı verdiği için bile tahammül edilemez oldu ve amiral gemisiyle filikasıyla falan toptan iktidar havuzuna alındı.

Buna okuyucu/izleyici ne tepki verecek, geride bıraktıkları onlarca yıl içinde bir kurum olmuş bu yapılar girdikleri havuzda batıp boğulacak mı, zamanla göreceğiz.

Ancak bu adımın, internetin de RTÜK denetimine girmesiyle, söz söyleyecek, söylenen sözü duyacak hiçbir kanalı kalmayan vatandaşlar için hiç hayırlı olmadığı kesin.

İktidar için hayırlı olacağı da kesin değil ama!

Bunca gazete ve televizyonun tek sesle konuşup aynı havuzun suyunda yıkandığı bir yerde, gerçekten arzulanan medya etkisi yaratılabilse, hâlâ yeni medyaları havuza sokmak için bunca çaba sarf edilmezdi.

İnterneti RTÜK’e, ara sıra muhalefet eder “miş gibi” yapan anaakım medyayı da iktidar havuzuna katmak, sadece medyaya değil tüm topluma ayar vermeye dönük bir hamle. Zaten itiraz eden gazeteciler hapse atılıyor; tüm toplum sussun herkes tek konuşanı dinlesin isteniyor!

Ne doların benzinin kırdığı rekorlar, ne savaşın uzun vadede nelere mal olacağı, ne hak ne hukuk konuşulsun…

G-9 Gazetecilik Örgütleri Platformu, Doğan Medya’nın satılışını, “iktidarın, kendisine destekte, birazcık geride kalanlara bile tahammülsüzlüğü” olarak niteledi.

Bugünün dünyasında, her ne kadar iktidarların baskıcı eğilimleri yaygınlaşsa da, basın ve ifade özgürlüğü hükümetlerin karnesindeki en önemli not oldu. Önce o halinize bakıyor, sonra size bir not veriyorlar. Doların uçuşunun, en eğitimli vatandaşların memleketten kaçışının bununla doğrudan ilgisi var.

Bir de, farklı seslere tahammülsüzlüğün bu raddeye varması vatandaşların tahammül edemediği bir duruma dönüşüyor. Tahammülsüzlük tahammülsüzlerin aleyhine işlemeye başlıyor.

Göreceğiz!