Sanatçılar Girişimi’nin 55 sanatçının imzasıyla yayımladığı “Reddediyoruz” başlıklı bildiri, siyasal iktidarın çağdaşlık değerlerine karşı eylem ve girişimlerine, bu bağlamda sanat alanlarına yönelik uygulamalara karşı çıkarak, yurttaşları “ daha cesur, daha özgüvenli, daha inançlı ve kararlı olmaya” çağırıyor.

Metinde eksikler olduğu söylenebilir. Örneğin, iktidarın savaş politikalarına karşı tek bir sözcük yok. İmzacılar da, yan yana durduklarından kimsenin kuşkusu olmayan ‘olağan şüpheliler’. Oysa, bildiride sözü edilen kaygılar çok daha geniş bir sanatçı topluluğu tarafından sahiplenilebilirdi… Bildirinin, “iktidar güçlerini, başta düşünceyi açıklama özgürlüğü olmak üzere evrensel insan haklarına, ülkenin insan ve doğa kaynaklarına saygılı olmaya” davet etmesi; “muhalefetteki güçleri de daha kararlı, daha cesur ve daha etkin olmaya” çağırması önemli elbette, ama ‘sen, ben, bizim oğlan’ imzalayınca, yalnızca tarafı belli olan insanlarımızı etkileyebiliyor. Toplumsal kesimlerin tümünü kucaklayacak bir imzacı topluluğu daha iyi olurdu gibime geliyor. Gene de, yapanların, imzalayanların ellerine sağlık. Bu tür girişimler, suskun kalanlara cesaret verir. Unutmayalım, cesaret bulaşıcıdır…

Demokrasi güçlerinin işbirliği günümüzün en can yakıcı meselesi. Engelleri, önyargıları aşıp, farklı görüşleri savunan aydınların ve siyasi hareketlerin ‘tek adam rejimi’ne karşı el ele vermesi gerekiyor. Önümüzdeki CHP Kurultayı’nın bu anlayış doğrultusunda sonuçlar vermesini dileyelim. Ve yeniden dönelim sanat alanına…

Sanatçıların bu adaletsiz düzene muhalefeti yalnızca imzalarıyla sınırlı kalmamalı, ürünleriyle de toplumu aydınlatmaya çalışmalılar hiç kuşkusuz. Ülkemizin içinde bulunduğu koşullar (adli ve ekonomik sansürler) altında kolay değil bu türden yapıtlar vermek. Ama unutmayalım, İspanyol sineması en sağlam yapıtlarını Franco diktası altında verdi. Rusya’da, Polonya’da, Çekoslovakya’da, Macaristan’da rejimin sansür uygulamaları ile boğuşan sanatçılar başyapıtlar koydular ortaya. Bugün, görece daha özgür ortamlarda kapitalist düzenin çarpıklıklarına, hukuksuzluklarına muhalefet etmeyi sürdürüyor sinemacılar. Ayak sesleri giderek yakınlaşan Faşizme, ırkçılığa, adaletin siyasete kurban edilmesine, politikacıların ve medyanın çürümüşlüğüne karşı çıkıyorlar. Ülkemizde, ne yazık ki bu temalara cesaret edebilenler yok denecek kadar az. Yılmaz Güney’ler kolay yetişmiyor demek ki…

Sırası gelmişken, önemli bir sinema kitabına dikkatinizi çekmek istiyorum. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Costa Gavras ve Politik Gerilim Sineması” adlı kitabında, politik iktidar ve ‘Reel Politika’, iktidar- politika ve birey konularından yola çıkarak, ‘Politik Film’ alt türünü, ardından Ken Loach sinemasını, Latin Amerika’nın politik filmlerini inceledikten sonra Costa Gavras’ın filmlerine eğilen Dr. İpek Elif Atayman’ın kitabını tüm sinemaseverlere önermek isterim. Ustanın “Ölümsüz”(Z), “İtiraf”, “Missing”, “Betrayed” “Amen” filmlerini ayrıntılı olarak inceleyen Atayman, “Sıkıyönetim / Etat du Siege” filmini değerlendirirken “İnsafsız Politik Çarkın ‘Kurbanından’ Uyanan Bireye” başlığını kullanıyor ve Gavras’ın “Bugün ‘big stick’ politikası son bulmuştur; teknoloji, politik danışmanlar, yardım kuruluşu temsilcileri yeni işgalin aktörleridir” sözlerine referans vererek, sinemanın dünyamızda olup bitenlere ışık tutmak için ne denli etkili bir araç olduğunu vurguluyor.

Kitabı okurken, ‘Emek direnişi’ günlerinde, İstanbul Festivali nedeniyle İstanbul’da olan Gavras’la son buluşmamızı anımsadım. “Beni Emek’in önüne çağırıyorlar, ne dersin?” sorusunu “Elbette” diye yanıtlamamı, sonra bir güzel tazyikli su ile ıslanışımızı…