Küreselleşmeyi ekonomik faaliyetle sınırlı tutmaya çalışan neoliberalizm, ulus devletin ortak kültürünü “çokkültürlülük” politikalarıyla etkisizleştirme yoluna gitti. Ortak kültür, toplumu kolektif davranmaya teşvik eder. Mikro kültürleri yücelten “çokkültürlülük” ise bireyi dini ve etnik aidiyetleriyle tanımlayarak toplumu topluluğa dönüştürür. Her bir topluluğu kendi sınırlarına hapseden bu politikanın amacı, küçük toplulukları kendi aralarında tartışıp çatıştırmak, sınır tanımayan sermayenin sömürüsünü gözden kaçırmaktı.

Neoliberalizmin farklılıkları kutuplaştırma politikası, uluslaşma sürecini tamamlamış Batı’da karşılık bulmadı: Bir Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan mevcut statüsünü bırakıp kimliğini tarihin derinliklerinde aramadı. Sahip olduğu bilinç ve yurttaşlık hakları, kazananı olmayan maceraya atılmasına engel oldu. Ne yazık ki uluslaşma ve aydınlanma sürecini tamamlamamış feodal Müslüman ülkelerde bu politika mimarlarının beklentisini aşan rotada ilerliyor.

Ortadoğu’da süren çatışma çok taraflı değil, güçlü olan kendi egemenliğini ilan ediyor, diğerlerinden ise biat istiyor. Biat etmeyi reddeden varlığını koruyabilmek için çatışma alanından uzaklaşmaya çalışıyor. Bu coğrafyada farklı inançların, milliyetlerin, kültürlerin ve hatta aynı dinin farklı mezheplerinin birlikte yaşama imkanı ortadan kalktı.

Cumhuriyet deneyimi, Türkiye’yi toplumsal kutuplaşmanın dışında tutmaya yetmedi. Fakat cumhuriyet döneminde gelişen ortak kültür, Türkiye’nin kanlı bir çatışmanın sahnesine dönüşmesini de engelledi; devlete, siyasete yön veren politikacıların kışkırtmalarına rağmen.

Türkiye, iç çatışma potansiyeline Ortadoğu’dan daha az sahip olmamasına rağmen ne Kürtler ne Aleviler ne laikler ne de İslamcıların hedefindeki diğer etnik ve kültürel gruplar her türlü horlamaya, baskıya, hakarete bunu yapanların beklentisi olan karşılığı vermedi. Sol kültür her defasında direnmenin başka bir yolunu buldu. Kimi zaman çetin tartışmalara dalıp ortak tutum geliştirmekte geciken bu kesimler, sahip olduğu değerler sayesinde (Gezi, seçimler ve son olarak Adalet Yürüyüşü’nde görüldüğü gibi) ortak kültürlerini harekete geçirip etrafında birleştirmeyi başardılar.

Türkiye’nin yarısı, neoliberalizmin çatışma unsuru olarak kullandığı farklılıkları hiçbir zaman dikkate almadı. Ne kendi içinde çatıştı ne de İslamcıların düellosuna icabet etti. Nihayetinde Türkiye, Türkiye İslamcılarının Esad’tan daha az hazzetmedikleri Alevi birinin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun peşinden yürüyor.

Dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyerek demokrasiyi yollarda aramak durumunda kalması vb. kararlarından hareketle Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı tartışılabilir; hatta Sünni halkına zulüm eden zalim bir Alevi başkanın yönetiminde mezhep savaşına sürüklenmiş Suriye’de, sünni çoğunluğun hukukunu savunan(!) sünni ülkenin muhalefet liderliğine Alevi birinin getirilmesi RTE’yi ayakta tutmaya çalışan derin bir projeye bağlanabilir. Bunların hiçbirinin önemi yok; Deniz Baykal’ın bile parti yönetiminden arındırdığı CHP’ye Alevi birinin başkan olup milyonları peşinden sürüklemesi “çokkültürlülüğün” değil, birlikte yaşamanın tutkalı ortak kültürün zaferidir.