Ögretmenlik yaptığım köylerin birinde, muhtarın bakkalda, köyden biri olmadığını bildiğim bir adam görürdüm. Birçok kez karşılaştığım bu adama, muhtarın hiç adıyla hitap edildiğine tanık olmadım; itibar olmayan bir tonla ona “Cebel” diye hitap ettiğini anımsıyorum. Muhtarın aşağılama ifadesi olarak kullandığı hissine kapıldığım bu hitap şeklini hiç tepki vermeden alıp kabul etmesinden, “Cebel” in adamın adı olduğunu düşünürdüm. Satılmış, nasıl ki hem de yaygın bir şekilde insanlara verilen isimse pekala cebel de insan ismi olabilirdi. Birgün, adam dükkandan ayrıldıktan sonra muhtara, asıl adı ne bu adamın diye sordum. “Deyyus” dedi; “kelli felli görünüşüne bakıp da bir adam belleme bunu. Gördüğünde gözü kalır, para edeceğini sezmeye görsün, Alimallah kafasına boynuz takıp kendini bile satar!” diye devam etti.

“Cebel”, henüz toptancı bakkallığa başlamadan önceki işinden kalmış; ön ad zamanla adıl olmuş. Cebel, hayvan, genellikle sığır ticareti yaparmış. Muhtarın demesine göre ticarete köy köy dolaşıp sırtında deri toplayarak başlamış. Sonra kendisinin de müşterisi olduğu toptancılığa başlamış. Bu izahtta, adamı yok sayan hitap şeklini haklı çıkaracak bir taraf yoktu. Bana göre herkes asgari saygıyı hak ediyordu. Ticaret de bir iş sonunda; hayvan alıp satan kişiye insan pazarlayan muamelesi yapmanın manası olamazdı. Çünkü insan satmak, o yıllarda benim için en fazla yol yoldaşını satmk anlamına geliyordu. İnsanı bir bedel karşılığı satmak, onu bir başkasına devretmek öteden beri insana dair bir davranış olan yol yoldaşını satmaktan daha bir düşkünlük sayılırdı. Bundan ötürü insanın, pazarlığı yapılan malın içinde mülkün parçası sayılması, ideolojisi din olan feodal düzenden kurtulup insanlaşma aşamasındaki bireye yapılmış büyük hakaretti.

Bir süre sonra, henüz o köyden ayrılmadan, Cebel’le başka bir ortamda muhtara hakkını teslim etmemi gerektiren karşılaşmam oldu: Birgün, gecenin bir yarısında komşu köyün sınırındaki açık kaplıcanın havuzundayız. Hava serin sayılmayacak kadar soğuk. O saatte bu üstü açık havuza ancak sabaha ayık uyanmak isteyen sarhoşlar girerdi. Yalan olmasın biz de öyleydik! Derken havuzun önünde buharı delen bir far ışığı belirdi. Umdukları sükuneti bulamamış olan iki kişinin selamı, memnuniyetsiz iki karşılık aldıktan sonar iri yarı olanı ısı farkını hissetmeyen bir rahatlıkla ortamıza daldı. O sıra havuzun adamın hacmi kadar, takriben yüz otuz litre kadar taştığını fark ettim. Henüz ben sima taraması yapıyorken “seni tanıdım, bizim şu köyün hocasısın” dedi. Karşımdaki Cebel’di. Onay beklemeden birkaç hafta sonar yapılacak genel seçimi kimin kazanacağını sordu. Patavatsızlığın devamını durdurmak, biraz da apolitik olmadığımı hissettirmek için “Özal” dedim. Yanıtımı destek sayıp “elden gel” diyerek bir kısmını tokalaşmak için dışarıya çıkardığı kolundan boşalan yere beş on litre suyun geri çekilmesini izlerken “ yanlış anladınız galiba, oyum Özal’a demedim, belki bu sürgün diyarın da satış listesine alır, biz de kurtulmuş oluruz” dedim. İfademdeki politik eleştiri umrunda olmadı; memleket değil de sanki kuzu satışından söz ediyormuşum gibi “Hoca, para getirsin de nereyi kime satarsa satsın, isterse şeyini satsın…” deyiverdi Cebel. Aynı anda havuzun benim tarafımdaki köşesinden birinde çakılı vaziyette duran arkadaşım İsmail’in, benden öteye geçemeyecek volümde “vay deyyus” dediğini duydum.

Cebel. otuz üç yıl önceki o seçimi kazandı, bir daha da kaybetmedi. Bu sürede ticaretin özü değişmedi ama pazara sunulan “mal” çeşitliliği arttı, yeni pazarlama dilleri gelişti. Örneğin, eskiden amele pazarında satılan insan(lık), şu sıra küresel pazarda nakte çevriliyor. Haliyle pazarın büyüklüğü, pazarlamacının sıfatını da değiştirdi; “cebel” oldu devlet başkanı, oldu başbakan…