Göçmen, özellikle Suriyeli sığınmacı düşmanlığının yaygınlaştığı ülkemizde bugün yazılmış sanılacak eski bir yazı. Hatırlatayım istedim:

Mayıs 2005’te, İngiltere’de, Yabancılar Yasası’nın 100. yılı kutlandı. Ne tür bir yasa olduğundan haberdar değilim, doğrusunu isterseniz. Yabancılar için herhalde yararlı maddeler içeriyordur, ancak yasanın adı bile dışlayıcıymış gibi geliyor bana. Yasanın yıldönümü nedeniyle 1905-2005 yılları arasını kapsayan bir de sergi açılmış. Neden 1905’ten başlatmışlar bilmiyorum. Herhalde bir bildikleri vardır düzenleyenlerin.

Yasanın adı dıştalayıcı dedim ya, öküzün altında buzağı aradığımdan söylemiyorum bunu. Şu yabancı kelimesi her derde deva sanki. Yabancı nüfus barındıran her ülke egemenleri için “ne niyetle kullanırsan kullan” türü bir kolaylığı da var.

İngilizler cevizle, Romalılar sayesinde tanıştılar bilindiği gibi. İlk gördüklerinde bir anlam veremedikleri cevize “walnut” deyip çıktılar. Bu kelime Anglo-Saxon kökenlidir, “wealh” kelimesinden türetilmiştir. Asıl anlamı “yabancı” demek. Olanakları bu kadar geniş bir dil olan İngilizce’de, bir yiyecek maddesini bile tanımlayacak başka bir kelime bulamamak nasıl mümkün olabilir, anlamak zor. Tanımadığı her nesneye ya da herkese “yabancı” deyip çıkmak, içinde “tedirginlik” barındıran bir ruh haline sahip olmak demektir ki; sağlıklı sayılmaz bu tutum. Kendinden olmayan insanlara da, bir yiyecek maddesine de aynı adı takmak, yani “yabancı” demek ancak bir İngiliz buluşu olabilir ki; ben sevimli bulurum bu “tedirginliği.” Başkalarını tedirgin edecek noktaya gelmemesi koşuluyla tabii.

Neden 1905’ten başlatılmış sergi diye merak edişim şundan; İngiltere, bu tarihten çok çok önce de yabancı barındıran bir imparatorluktu. Gottfried Kinkel adlı bir filozof vardır, daha 1866’da Avrupa’da göçmenleri dışlamayan tek ülkenin İngiltere olduğunu yazmıştır.

Yabancılara neden bu kadar kucak açmış peki Britanya İmparatorluğu? Konunun uzmanları daha iyi bilirler kuşkusuz. Ancak, bugünkü anlamıyla kentlerin kurulduğu, endüstri devriminin başladığı, ticaretin geliştiği, sınıfların ortaya çıktığı, işçi sınıfı örgütlenmelerinin gerçekleştirildiği ilk ülke olduğunu, bu nedenle bir çekim merkezi durumuna geldiğini bilmek için uzman olmak gerekmez.

Zaman zaman rahatsızlık verecek boyutlara ulaşan ırkçı yükseliş karşısında, ırkçılık karşıtı çevreler hep, çok doğru bir belirlemeyle, göçmenlerin İngiltere’ye yaptıkları olumlu katkıları anımsatırlar. Bu, sadece çağımıza ait bir gerçeklik değildir. Robert Winder, Bloody Foreigners üst başlığını taşıyan The Story of Immigration to Britain adlı kitabında çok eskilere dayanan örnekler verir bu konuda. Söz konusu kitabında, “Dinimiz Yunan, Roma, Almanlar yoluyla Ortadoğu’dan geldi. Dilimiz Alman, Roma, Yunan, Fransız kökenli. İncil’imiz tercüme, Shakespeare’in Hamlet’i Danimarkalı. Yine Shakespeare’in kimi yazıları Virgil’den, kimi soneleri Petrarch’dan esinlenme” diyor.

Bunların elbette anımsatılması gerekir ama hangi nedenle gelirse gelsin yaşadığı ülkede bir göçmenin, sadece “yarar” açısından değerlendirilmesi kabul edilebilecek bir şey değil bence. Çünkü, yabancıların varlığından rahatsız olanların da verecekleri ters örnekler vardır herhalde. Kabul edilebilir yabancılar olma çabası bekleniyor sanki göçmenlerden. Yararlı olmak değişken bir durum. Bu ülke vatandaşı olmuş herkesin yarar-zarar hesabı yapmadan eşit haklardan yararlandırılması için mücadele veren sosyalistleri haklı buluyor, onları destekliyorum bu yüzden.

Yabancıların bu ülkeye katkılarını hala anlatıyor olmak bile, bu konuda bir görüş birliğine ulaşılamadığını gösterir. İnsanlık bir arada yaşama ütopyasını yitireli çok oldu kabul; ama ütopyanın yerine, bir arada yaşamanın, hele günümüzde ne kadar gerekli olduğu “gerçeğini” koymanın zamanı geçmedi henüz. Felsefi, insani kaygılar ya da gerekçeler bir yana, bir arada yaşamak pratik bir zorunluluk. Birlikte üretmek, bu üretimin sonuçlarını eşit paylaşmak, ayrılık değil birlik noktalarını öne çıkarmak gerek. Yoksa her birbirine düşmüşlük Bush’ların işine yarar. Bitmesini arzu ettiğimiz çağ, yani Bush’luk çağı uzun sürer.

Winder’in kitabında kucağında çocukla genç bir kadın var. Kılığı, kıyafeti, Londra sokaklarında dilencilik yapan Kosovalı ya da Romanyalı romanlara benziyor. Oysa fotoğraf yeni değil, 1935 yılında çekilmiş. İngiltere’ye girişte gümrük memurları tarafından sorgulanan İtalyan bir göçmen bu. Bugünün İtalyanına benzer tek bir yanı yok. Bu fotoğraf günümüzde çekildi deseler ben inanırdım. Çünkü tüm göçmenler ister sığınsınlar, isterse çağrılı olarak gelsinler, hep aynı “fotoğrafı” verirler. Oysa, emeğiyle değerlendirilmesi gereken “yararlı” bir kişidir nihayetinde. Ama, ona “yabancı” demeyi seçen bir kültürün içine girecek birazdan, gümrük kapısından geçebilirse. Aynı şeyi İtalya da başka ülkelerden gelenlere yapacak. Türkiye’nin Romanya’dan, Fransa’nın Cezayir’den, Hollanda’nın Surinam’dan gelenlere yaptığı gibi.

Fotoğraftaki kadını da cevizi de aynı sıfatla, yani “yabancı” sıfatıyla tanımlandıran bir egemen tavrı var İngiltere’de. Bu kadını cevizden ayıran taraf, yararlı tarafına ulaşmak için yumrukla değil, sistem içi sömürüyle “ezilmesi”dir sadece, o kadar.

Göçmenler de elbette ceviz kadar yararlıdırlar. Ama içindekini ortaya çıkarmak için umarım “kırılması” gereken bir kabuğu olduğunu düşünenlerin sayısı çok değildir.