Hayatı da ölümü de yalansız yaşayanlardanız biz, Şekibe abla gibi Muzaffer abi gibi... Başka ülkelerin topraklarında toprağa düşen gencecik insanlar gibi yalansız yaşayanlardanız. Onların acılarını yüreğinde yalansız duyanlardan.

Yalansız yaşayanlar

Kısa şubatın son günleri acılarla geldi. Şekibe Çelenk’i, devrimci bir ömrü, unutulmaz hukukçu ve devrimci Halit Çelenk’in eşini yitirdik önce. Onun cenaze töreninde veda konuşmasını yapan Muzaffer İlhan Erdost abimiz de törenden sonra kaldırıldığı hastanede bırakıp gitti bizi. Muzaffer Erdost anlatılması kolay bir insan değildir. O bir edebiyat adamıydı, onsuz Türk şiiri anlaşılamaz, ikinci yeni akımı onsuz anlamsızdır; ikinci yeniyi anlatırken, anlamı sığlıktan kurtaran odur, o şairler ki, sonradan şiirin güzel, derin yolunda yürüyüp büyüdüler. Muzaffer abi şair, kuramcı, politikayı güncelin karmaşası içinde ufkuyla yorumlayabilen insandı. O bir yayıncı idi, ama sıradan bir yayıncı değil, Sol yayınlarını kurdu, yayımladığı kitaplar nedeniyle, ömrü adliye koridorlarında geçti; darbecilerin önde gelen hedeflerindendi, hapis yattı uzun süre, kardeşi yayıncı devrimci güzel insan İlhan’ı faşistler gözleri önünde öldürdüler, adına İlhan’ı o nedenle ekledi Muzaffer abi.

Mavi siyah karanlıkta yıldızların arasındadır şimdi...

Ve hayat devam ediyor, gözlerimiz kapanana kadar anlam katmaya çabalayacağımız hayat sürüyor. Ölülerimizden, yıldızlarımızdan kimi zaman neden böyle kötülüklerle dolu bu hayat dediğimiz çalkantının içine dalıyoruz. Cüce şubat durmak bilmiyor, bu kez 33 askerin ölüm haberi geliyor, Hatay Valisi “33 şehidimiz var” diye açıklıyor. Yanıtı saklı “neden?” sorusuna yanıt arıyor insanlar...

Ne var peki bu hayatın içinde

Tuhaf bir şekilde büyük bir çoğunluk, ki ben de dahilim bu çoğunluğa, iktidarın güç yitirdiğini hatta artık devam edemeyecek noktaya geldiğini söyleyip duruyor. Ama yine aynı çoğunluk, iktidarı devralacak siyasi bir gücün ortada olmadığını da söylüyor. Ama siyasette boşluk olmaz, birisi gidiyorsa birisi gelecektir. Bu durumun uzun sürmediği, bir süre sonra durumun bir başka düzeyde stabil hale geldiği de tarihsel bilgidir.

Böyle bir durum mu var Türkiye’de? Her ne kadar siyasi gelişmeleri izleyen büyük çoğunluk, iktidarın artık devam edemeyecek bir noktada olduğu söylüyorsa da, gelişmelere, iktidarın attığı adımlara, öyle ya da böyle geliştirdiği politikalara bakmakta yarar var.

AKP iki alanda henüz beyaz teslim bayrağı çekmiş değildir.

Bunlardan birincisi iktidarın laikliği artık gömmek, şeriat hükümlerini yaygınlaştırmak, toplumu buna hazırlamak için elinden geleni yapıyor olmasıdır.
İkincisi ise Türkiye burjuvazisi, sermaye çevreleri otoriter düzenin kurallarına uyum sağlasınlar diye yeniden kurumlaşmak, herkesin biat edeceği yeni ekonominin kurumlarını oluşturmaya hız vermektir.

Hızlı olmak gerektiğini biliyorlar. Çünkü gerçekten bir dönemin sonunun yaklaştığını onlar da görüyorlar. Peki, ne yapıyorlar ekonomide, neler planlıyorlar? Değerli akademisyen Ahmet Haşim Köse Duvar’da yayımlanan yazısında bu pek de gözle görünmeyen adımlara dikkat çekti. “Yüksek finansın ayak izleri” başlıklı yazısında Merkez Bankası'nın İstanbul’a taşınma hazırlıklarının tamamlanmak üzerine olduğunu anlatan Köse, iktidarın yeni bir yasal düzenlemeyle çıkış aradığını vurguluyor.

Çıkış ne peki? “Siyasal alanda giderek otoriterleşen rejim, iktisadi alanı da giderek siyasallaştırıp, merkezileştiriyor.”

Demek ki efendim, siyaseti belirlediği hep söylenen ekonominin yani sistemin, bu kez siyaset tarafından “zapt-u rapt” altına alınması söz konusudur. Ne olacak? Para bittiyse, para bulunmalıdır. Nasıl bulunacak peki? Yine Köse’ye başvuralım “Ekonomi 2003-2018 arasında olduğu gibi uluslararası sermayenin coşkusuyla büyümüyorsa, ‘kumanda’ edilerek büyütülmelidir! Bu amaçla başta finans olmak üzere kurumlar yeniden yapılandırılmalı ve sorumlu tutulmalıdırlar; piyasanın kendiliğinden sunmadığı birikim ve zenginleşme vaadini iktidar bizzat yarattığı mega projelerle yaratmalıdır.”

Özete devam edelim; büyük projeler için yerli yabancı sermayenin özellikle bankaların, küçük tasarruf sahibinin katılım zorunluluğu neden çare olmasın? Peki, “herkes bu düşe ortak olabilir mi, daha önemlisi bankalar bu ütopyadan kaçabilirler mi? İşte burada iktidarın bankalar üzerindeki denetimi devreye giriyor. Söylenen o ki iktidar Varlık Fonu içinde yer alacağı düşünülen katılım şirketlerini kullanarak bankalardan mümkün olduğunca borçlanmayı zorlayacak ve (6 Şubat 2020’de Bankacılık Kanunu’nda yapılan yeni düzenlemelerle) yasal hale getirilmiş (yani itirazın anlamı yoktur, aman ha, gizliliğe uymak gerekir) yeni saklılık prensibiyle sessiz kutuya konulacak.” “Mümkün mü?” diye soruyor Ahmet Haşim Köse...

Ne dersiniz, mümkün mü?

Çılgınlık çaresizliğin ikizidir

Mümkündür, eğer otoriteyi sürekli hale getirebilirseniz. Bu sürekliliği sağlamak için ise torbanızdaki son numaraları, artık ne kaldıysa, tek tek çıkaracak, yasaklarınızı genişletecek, savaş da dahil çılgın projeleri bedeli ne olursa olsun gündeme alacaksınız. Bundan sonrası varolan olağanüstü halin olağanlaştırılması olabilir. Ama olur mu? Olur diyorlar neden olmasın. Çılgınlık çaresizliğin ikiz kardeşi değil mi? Piyasayı doldurmuş, köşe başlarını tutmuş, yalnızca kendi söylediklerini gerçek zanneden küçük insanlar hayal dünyalarında kurdukları “gerçeği” gerçek diye yutturmanın gururuyla yıkama yağlama işlerinde ustalaşmadılar mı? Ama gerçek, “post” olmayan, sanal olmayan gerçek her şeye rağmen hükmünü icra etmez mi? Eder.
Bunun için bizim de yalnızca kendimizi, birbirimizi dinlemekten kaynaklanan gerçeği kendimize göre yontan hayallerimizi gözden geçirmemiz, kimi zaman kuşkuyla karşılamamız gerekir. Soru ortada duruyor; rejim görünen kaderini değiştirebilir mi? Olağanüstü hali sıradanlaştıran, herkesi yavaşça ısınan suda haşlanacak kurbağa gibi görenler, “değiştirebiliriz” diyorlar.

Bunun nasıl mümkün olabileceğini utanmazlıkta zirve yapmış “gazeteci” kılıklı “turkuaz kart” sahibi eleman söylüyor: “Yalan haber yapanlar var, onlarla ilgili tedbir almayı düşünmez misiniz?” “Gazeteci” gazetecileri cezalandırın diyor. “Gazeteci” uçakta, muhalif diye adlandırdığı gerçek gazeteciler için gönlünden geçeni söylüyor, “onlar az da olsa nefes alıyorsa gazetecilik yaşamaya devam ediyor demektir, biz de huzur bulamıyoruz bu durumda” diyor aslında. “Gazeteci” uçağın tekerleri yere değer değmez, koşacak. Mutluluk içinde “genel yayın şeysine” başarısını müjdeleyecek. Ama işte o haklarında tedbir alınması istenenler de sanki hiç korkmuyorlar mı ne. Bir kurt düşüyor içine, ya tersine dönerse işler, ya bu pervasız gazetecilerin söyledikleri doğruysa, ya gerçekten ömrü tükenmişse iktidarın, ya... Korku dağları bekliyor. Korktukça daha çılgınlaşmaları, olmayacak işlere soyunmaları bundan.

***

Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısında “her fani ölümü tadacaktır” yazıyor. Çok dindar geçinmelerine karşın bu yazı doğru olmasın istiyorlar. Hep yaşamak ve hep sömürmek, hep havadan para kazanmak, hep kandırmak, hep güç sahibi olmak, hep hükmetmek, hep hükmedenin yanı başında emrinde olmak istiyorlar. Oluyorlar da. Ama sonra geçiyor zaman. Zamanın anlamını doğru kavramadıklarını, yanlışın peşinden gittiklerini, insanlık düşmanı bir sistemin kölesi olduklarını anladıklarınızda da durum değişmeyecek. Üzgünüz ama umutlanmıyoruz hayatı yanlış yaşayan bu kötülüğün cisimleşmiş halleri için
Biz o takımdan değiliz. Otoriter yönetimlerin kendiliğinden çekip gitmeyeceklerini bilenlerdeniz. Hayatı da ölümü de yalansız yaşayanlardanız biz, Şekibe abla gibi Muzaffer abi gibi... Başka ülkelerin topraklarında toprağa düşen gencecik insanlar gibi yalansız yaşayanlardanız. Onların acılarını yüreğinde yalansız duyanlardan.