Bu felakete karşı ne yapabiliriz? Kapitalizmin doğayla barışması, doğasına aykırı. Bizim ülkemizde ise durum daha vahim. Sıradan insanların kendilerine umut olmasını bekledikleri inançları da paranın saltanatına çoktan teslim oldu. Büyük beklentilerin yerini hayal kırıklığı aldı.

Yangınlara bakan gözün gördüğü, görmediği

Alevler yükseldi, yayıldı, orman acıyla yanmaya başladı, deneyimli bir ormancı “Ağaçlar ağlar yanarken” diyordu. Bir grup yanan ormana doğru gider, yardım malzemesi taşırken bir kısmı da henüz alevlere teslim olmamış kasabaya doğru gidiyordu. Çocukları yaşlıları daha güvenli yerlere taşıyan arabalar, gözleri geride orman içi köylerinde kalanlar yollara düştü. Bir başka yolda da adamın biri yolu kesmişti. “Kimsin sen” diye bağırıyordu gençten birisi, “Neden kestin yolu, kimsin ki sen kimlik kontrolü yapıyorsun?” “Ben ben…” diye kekeleyen kerameti kendinden menkul sivil “Kuşkulandım bir otomobilden” diye yüksek perdeden konuşmayı biraz daha sürdürdü. Sonra keramet yetmedi besbelli ki binip arabasına vınladı oradan. Yüksek mevkilerce yetkilendirildiğini mi düşünüyordu yoksa dumanlı havaları seven kurtlardan mıydı bilmiyoruz. Çehov’un Prişibeyev Çavuş’una benziyordu biraz. Şikâyetler üzerine hâkim karşısına çıktığında, “Beyefendi hazretleri, halkı kovalamak benim vazifem değil buyurdunuz… pekala fakat asayiş bozulursa? Halkın terbiyesizlik etmesine nasıl müsaade edilir, halkı başıboş bırakmak kanunun neresinde yazar? Bak şarkı söylemekten onları men ettiğim için size şikâyette bulunuyorlar… Evet, şarkı da nedir ki bir işle uğraşacak yerde şarkı, bir de geceleri ışık yakma modası çıkardılar. Yatıp uyumak lazım.” Yok Prişibeyev’e ya da Orhan Kemal ustamızın Bekçi Murtaza’sına benzemiyor bizim kurt. Daha bir yetkili sayıyor kendini, “Halkım ben” dedi bir ara, tek başınaydı oysa “Peki biz neyiz?” diye bağırdı hep birlikte yolu kesilen halk.

Yangınlar da pek çok bölgesinde memleketin ansızın başladı. Yok ansızın değil, çünkü mayıs eylül arası yangın mevsimidir bizim yangın söndürme uçakları hangara kaldırılmış ülkemizde. Biz genellikle Pamuk Prenses masalındaki yedi cücelerin “Baltalar elimizde uzun ip belimizde biz gideriz ormana hey ormana” şarkısıyla anarız ormanlarımızı. Bir de turistlere otel lazım, deniz kıyılarında, orman kenarlarında, ikisi birden olsa daha iyi. Çok değil 5 yıldızlı bir hotelcik sığacak kadar orman arazisi bir gün faili meçhul olarak yanmaya başlar. Sonra orası doğal olarak orman arazisi statüsünden çıkartılır. Gelmesin mi turist, sokakta mı yatsın, eskiden “turist ahlak götürür” denirdi, sonra eski çamlar bardak oldu, anlayışlar değişti…

***

Yangınlardan kimin sorumlu olduğunu bulduk sonunda. Baştan belliydi de bekledik, iyice ortaya çıksın, abuk sabuk konuşsunlar, belli olsun iyice terörist hal ve tavırları. Nerde yangın var? Muğla’da Bodrum’da, Marmaris’te, Antalya’da, Adana’da, Tunceli’de. Muhalif değil mi bu belediyeler. Tunceli’deki komünist üstelik. Öyleyse sorumlu kimdir? “Ama ama…” diye kekeliyor şaşkın, gazeteci kılıklı teröriste benzer şey. “Tarım ve Orman Bakanlığı değil midir efendim ateşi önleyecek olan.” İşte cehalet böyle sardı memleketimizi, neyi önlüyorsun okuması kıt sapkın, doğal afet diye bir şey duymadın mı sen? Afetler Allah’tandır ve onları önlemek ancak onun izniyle olur, sana bana düşen dua etmektir ki, göklerden gelen sular söndürür yangınları, bir meteorolog da “Boşuna duaya çıkmayın bu hafta yağmur yok” demiş, bre kâfir sen hocaların keskin dualarıyla yarışabilir misin, ama işte sende iman yok, aklın ermiyor bu işlere; üstelik duayı da bozuyorsun, anlamaz anlamaz bakıyorsun hakikatleri işitince de öyle kalakalıyorsun, soru soramıyorsun işte bu sebepten; “Ama efendim belediye başkanları…” diyen şu nursuz, çıplak kollu gazeteci kılıklı kız da evde oturacağına çıkmış gelmiş, soru soracak aklı sıra, sen git dizini kır, evinde otur, anan, baban, ağabeyin yok mu senin haddini bildirecek, icabına bakacak, biz yine sözümüzü sakınmıyor cevap vermek lütfunda bulunuyoruz; belediye başkanları söndüremiyorlar yangınları, biz ne yapalım ellerimizle mi söndürelim kor ateşi, yalımları, alevleri, biri de çıkmış o lafını bilmez tipsiz TİP’li Barış’ın alevlere saldırdığını gösteren fotoğrafını basmış paçavrasına, insan azıcık özenir, fotoşop falan yüzünü gözünü iyice bir açığa çıkartır, poz bile verememiş kötü artist, sahnesi olmayan tiyatrocu; lafı dolandırmayalım, dış güçlerle ilişki içindekilerin, muhalefet partilerinin muhalif belediye başkanlarının işidir bu yangınlar. Nokta.

Başka sorusu olan?

***

Uçak mı? Taktınız siz de bu uçaklara. Yok uçak falan, o yabancı ajansın yani ajanların çektiği fotoğraflarda gördükleriniz bir takım hurdalar işte, uçamaz onlar, bir kere 5 ton su bile taşıyamıyorlar. Ne yazıyor yönetmelikte, 5 ton su diyor, sen ne taşıyorsun, 4 tonu biraz aşmışsın, olur mu şimdi, biz kuralları mı çiğneyelim, devlet ciddiyetine uyar mı, devleti devlet yapan kurallardır; bir de utanmadan devlete sormadan yardım kampanyaları açmışlar. İşte savcılıklarımız soruşturuyorlar bu işin arkasında ne var diye. Bunlar hiç ders almaz mı, bizim belediyelerin açtığı yardım kampanyalarını bir devlette iki baş olmaz diye yasakladığımızı, topladıklarına el koyduğumuzu ne çabuk unuttunuz; “Parti devlet değildir” de ne demek, kim onu söyleyen, saklanmasın boşuna, buluruz belli eder kendini o, hem de devletin itibarını beş paralık edip “İmdat! İmdat!” diye bağırmak da ne oluyor; gerekirse devletimiz devletten devlette bu işleri halletmez mi, bak gene konuşuyor ağzının içinden vantrolog gibi, devlet parti hükümet aynı şeydir, size düşen kesenin ağzını açmak, vardır bir yerlerde, yastığın altında, bir birikimi, tasarrufu, gerektiğinde harcanır, biz harcamadık mı, muhalefetin hâlâ “Nerede bu 128 milyon?” diye sorup durduğu da işte lüzumu halinde kullanılmış bir devlet tasarrufu değil miydi; Dışişleri Bakanı’mızın dediği gibi cömerttir milletimiz, ama her şey devlet ciddiyeti içinde olacak, devlet yapamazsa millet yapar, bu “devlet yapamazsa” kısmını silelim, sürçü lisan oldu, oluyor canlı yayınlarda, size düşen “millet yapar” kampanyalarına katılmaktır; her neyse uçak gerekirse biz buluruz; işte uçuyor helikopterler, kiralık uçaklar, ille de kurban derisi ile alınmış hurdaları uçuracak aklı sıra, uçmaz onlar; birileri de bağırıyor TOMA’lar neden su sıkmıyor diye, sıkıyor, bir kısmını daha baştan gönderdik, bir kısmını da şu sıralarda yine azma eğilimi gösteren, sokaklarda bağırıp çağırıp duran kadınlara Gezi artıklarına ayırdık ister istemez…

***

Gördünüz, olmuyor işte, şakaya gelmiyor, mizahla anlatılamıyor yangınlar. Tamam sorumlu olanların garipliklerini anlatırken deneyebilirsiniz ama bu acıyla gülümseyemiyor insan. Kül olan orman bize daha farklı düşünmek gerektiğini söylüyor. Yangınlara bakan gözlerin gördüğü gerçek nedir? “Doğa intikam alıyor” dedi bir arkadaş. Gerçekten çok vurduk, çok kırdık, kendi kurallarına uymasına engel olduk, her şeyi biz biliyormuşuz gibi ondan öğrenmeyi reddettik; o da sonunda eriyen buzullarla, 40-45 derecelerde kuruyan havada ortalığa bıraktığımız cam kırıklarıyla yanan ormanlarla “Peki öyle olsun” dedi bize; anlaşılan bizsiz bir dünya kurmayı bir kere daha deneyecek.

Peki, şimdi bu felakete karşı ne yapabiliriz? Kapitalizmin doğayla barışması, doğasına aykırı. Bizim ülkemizde ise durum daha vahim. Sıradan insanların kendilerine umut olmasını bekledikleri inançları da paranın saltanatına çoktan teslim oldu. Büyük beklentilerin yerini hayal kırıklığı aldı. Bu yangınların böyle sürüp gideceğinden korkuyoruz şimdi. İş asıl sorumluyu bulmakta şarkı söylemeyi bile yasaklamayı düşünen, ebedi bir uykuyu neredeyse zorunlu kılacak Prişibeyev gibi düşünenleri yani…

Prişibeyev gülünç bir karakterdi, bizimkiler değil, güçten düştükçe gözleri kararıyor, çılgınlaşıyorlar sanki…