Güçlü olan tez “zamanda geriye dönüş yoktur” der. Öyle olmalı; çünkü bizim kendi ölçülerimizle, “geçmiş” dediğimiz, artık olmayan zaman dilimine döneni ya da gelecekten geleni görmedik. Ama biz o geçmişi, o eski zamanların ürünlerini günümüze getirmeyi becerebiliyoruz. Kimi zaman çıkarımıza göre süslediğimiz kitaplara, birbirini yalanlayan “resmi tarihlere” bakıyor ya da arkeolojinin yardımıyla toprağa gizlenmiş geçmişi gün yüzüne çıkarabiliyoruz. Epeyce geliştik bu arada; gerçeği anında kopyalamanın, saklamanın, hatta “post truth” halinde geleceğe bırakmanın bin bir yolunu bulduk.

***

Zamanda geriye dönüş yoksa, eski zamanlara gidemiyorsak bu işi Hollywood filmlerine bırakılabiliriz. Geleceğe gidebilir miyiz peki? Bu da tümüyle olanaksız görünüyor; yaşanmamış anlara nasıl gidelim, kahinler beni affetsin, o da rahatlıkla fantezi dünyasına bırakılabilir. Anlaşılıyor ki biz uzam içinde yaşadığımız anların birbirine eklenen, sürekli geçmiş olan ve sürekli geleceğe akan zamanın köleleriyiz. Bu nedenle de saliselerimiz, saniyelerimiz, dakikalarımız, saatlerimiz, günlerimiz, aylarımız, yıllarımız var.

Bu kadar lafı yılbaşına bağlayacağımı düşünmediğinizi umuyorum.

***

Zamanın uzam olmadan tanımlanamayacağını söyler bilimciler. Heraklit’in ırmağı gerçektir; o “ırmağa iki kere girilmez” demişti ama gerçekte ırmaktaki ve bizdeki değişim nedeniyle bir kere bile girmek mümkün değildir. Öyleyse akıp giden zaman içinde belirleyici olan harekettir. Zaman, uzam ve hareket olmadan olamayan şeydir diyor bilginler. Öyledir herhalde; ama biz yine de bu anlaşılmaz fenomeni denetlemenin yolunu arar buluruz.

Onu bölüp parçalamamızın nedeni budur.

***

Zamanı saliselerin altındaki dilimlere, aylara, yıllara, yüz yıllara bölüyorsak, hem günlük yaşamı kolaylaştırmak hem de bir yandan kozmosun, sonsuz evrenin derinliklerine, öte yandan atom altı dünyanın gizemine girebilmek içindir. Ama biz sıradan ölümlü insanların, bilginlerin dünyasında kendimize bir yer bularak anlam kazanmamız pek mümkün değildir. Onlar gerçeğin izinde gittikçe bize katılıyorlar zaten. Biz hayatımıza yani şu zaman içinde kaplayacağımız süreye anlam kazandırmak istiyorsak, daha alçakgönüllü yollar arayıp bulmalıyız.

***

Bizim yeryüzünde milyarları aşan insanlar olarak yüklenmemiz gereken anlam, hemcinslerimizin, tüm canlıların yaşam hakkını, özgürlüğünü, eşitliğini, sömürüsüz bir dünyayı savunmaktır. Anlam diyorsak, o, yaşadığımız sürede ya da belki hızla geçmişe dönüşecek zamana izler bırakarak, bir şeyler yapabilmektir. O bir şeylerin ölçüsü yoktur; az ya da çoktur, derin ya da sığdır, üretmek ya da eylemek olabilir, yazmak da olabilir çizmek de, yontmak da olabilir boyamak da, teoriye katkı da olabilir teoriyi sınamak da.

***

Önemli olan bir kere bile yıkanamayacağımız ırmağa girmektir. Zorluğu, kolaylığı hem zaman, hem de işin niteliği ile bağlı olarak görecelidir. Kolaydan zora bize bağlı olan ya da olmayan, genellikle hemcinslerimizin, öteki anlamsız tarafta yer alanların zorbalığı nedeniyle ölümcül bile olabilen bir iştir anlamlı yaşamak.

***

“Konuya yalnızca ‘ahlaki’ açıdan bakıp teorinin canına okumadın mı yani” derse birileri; hayır hiç sanmıyorum, ama anlamlı yaşamının ahlaki bir yanı var kuşkusuz. Sizin o tırnak içine aldığınız “ahlak” besbelli benim anlam yüklediğim ahlaktan başka bir şey. Kutsal kılıflara soktuğunuz, zaman içinde artan gereksinimlerinize göre hep yeniden biçimlendirdiğiniz pek de ahlaki olmayan bir şey olmalı sizinki.

***

Şu bizim zaman ölçüleri içine ustalıkla yerleştirdiğimiz yeni yılımız kutlu olsun bu arada...