Ensar’ları savunanların koruma altında olan bir çocuğu “ifşa” etmesi, 10 yaşında bir çocuğun ramazan ayında çikolata dahi yiyemeyeceğini ve emekçilerin salgın artışına rağmen çalışmaya devam ettirildiği sözde “tam kapanma” kararları ile birlikte içki yasağının açıklanması; Ayasofya’da “Vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar” tehdidinden de, İstanbul Sözleşmesi’nin, Boğaziçi Direnişi’nin gerici söylemlerle hedef gösterilmesinden de bağımsız değildir. Siyasal İslam rejiminin adım adım inşa edilmesidir.

Kadınlardan, kadın mücadelesinden, eşitlik mücadelesinden korkanların 2011’de “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nı kapatarak yerine “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı”nı kuranların tepkiler sonrası yaptıkları açıkla-yama-masında ise bir çocuğa çikolata yemesinin yasaklanmasına dair tek söz dahi etmemesi ise onların gerçekliği, ideolojisi… Mesele tek başına bir “bakan” meselesi değil özetle… Siyasal İslam rejiminin ta kendisi…

Rejim değişikliği yalnızca parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş olmadığı gibi sadece iktidarın her geçen gün daha da otoriterleşmesi de değildir. Siyasal, toplumsal ve kamusal alanda yasal veya anayasal dönüşümlerle sınırlı olmayan bir dönüşüm sürecidir. Yeni rejimin kendine uygun bir insan tipi ve yeni bir kolektif kimlik yaratmaya çalışmasıdır. 19 yıldır bu rejim inşası üçlü bir sacayağı üzerinden yaşama geçirilmeye çalışıldı; otoriterleşme, piyasalaşma ve dinselleşme.

Karaman Ensar yurtlarında, Aladağlarda köy okullarının, devlet yurtlarının kapatılmasıyla yoksulların, emekçilerin çocuklarının, çocuklarımızın cemaat yurtlarına mecbur bırakılması, yaşamlarının, hayallerinin ellerinden alınması da, tüm eğitim kurumlarının sermaye ve dini yapılarla imzalanan protokollerle kuşatılması da, emekçilere grev yerine camiye sendika yerine tarikata gitmesi “öğütlenerek”, patronuyla aynı camide namaz kıldığı, patronunun alnı secdeye değdiği için “kader ortağı” olduklarının örgütlenmeye çalışılması da otoriterleşme, piyasalaşma ve dinselleşmenin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceğinin kanıtıdır.

Madende emekçilerin yaşamını kaybetmesi sonrası “onların” söyledikleri cümleler hafızalarımızdan asla çıkmadı ve çıkmayacak. Emekçiler, emekçilerin çocukları onlara göre “Güzel ölüyorlar” ve çalışırken ölmek, çocuk yaşta ölmek emekçilerin, halkın çocuklarının kaderinde var.

Bu “koro” asla ama asla susmuyor. Diyanet İşleri Başkanı da villalarından paylaştıkları fotoğraflarla “salgında daha dikkatli olun” sosyal medya paylaşımları yapan patronlar kazançlarına kazanç katsın diye yaşamını kaybeden emekçileri, önlenebilir ölümler sonucu yitirdiğimiz her canı hükmen şehit ilan ediyor.

Neden çalışırken, eğitim hakkına, sağlık hakkına ulaşmaya çalışırken “güzel ölenler”, çocuk yaşta, gencecik yaşında “kaderinde” ölüm olanlar ve “hükmen” şehit olanlar her zaman emekçiler ve emekçilerin çocukların oluyor?

Sözde “tam kapanma” kararları sonrası emekçiler 1 Mayıs’ta fabrikalarda, atölyelerde, iş yerlerinde çalışmaya devam edecek. Ancak “çarklar” dönsün diye binlerce arkadaşını, sevdiklerini kaybedenlere, Kod-29’larla işten çıkarılanlara, salgında aylarca “kısa çalışma ödeneği” ile yaşamak zorunda bırakılıp şimdi de “kısa çalışma ödeneği” de ellerinden alınanlara, emekçilere 1 Mayıs’ ta alanlar, sokaklar, meydanlar yasak…

1 Mayıs biz emekçiler için ekmek mücadelesidir, eşitlik, özgürlük, laiklik mücadelesidir. Bizim için 1 Mayıs’ta her park, her sokak, her meydan 1 Mayıs alanıdır. “Onların” yasakları bizim umutlarımıza sığmaz.