Çocukların, gençlerin hayatı şıklara sığdırılmaya çalışılan bir yarış artık. O yarışta ilk elenenler ise “Günde on iki saat çalışıyor, asgari ücretin üçte birini alıyor, hepsini aileme veriyorum. Geleceğe dair hiçbir hayalim yok” diyen MESEM’lerde, inşaatlarda, organize sanayi bölgelerinde, atölyelerde çalıştırılan emekçilerin çocukları.

Köy Enstitüleri’ni farklı kılan ise pratik eğitim anlayışıydı, yaşamdı, yaşamın içinde eğitimdi, bir gelecek umuduydu. Okulu “ağaç keser, taş yontar” gören anlayışa karşı “demokratik bir cumhur” olarak yaşatma idealiydi.

Köy Enstitüleri köy öğretmeni yetiştirme davasıydı. Öğretmen aydınlanmaydı, eşitlikti, özgürlüktü, Cumhuriyet’ti. Enstitüler’deki çocukların gece yatağında üzerini örten, haftalık/aylık yapılan değerlendirme toplantılarında öğrencilerin söz, karar hakkı olduğunu, yurttaşlık bilincini hissettiren, sanatla, bilimle, doğayla, sporla çocukların yaşamlarına dokunandı.

O köy öğretmenleri için ayrımsız tüm Enstitülü öğrenciler eşitti ve çok değerliydi. Köy Enstitüleri fikrinin alameti farikası, büyüsü tam da buydu. Bir Milli Eğitim Bakanı, bir İlköğretim Genel Müdürü düşünün ki öğrencileri hasta yatağında defalarca ziyaret etsin. Gölköy Enstitüsü’nde bir öğrenci Ankara Numune Hastanesi’nde yatarken İsmail Hakkı Tonguç iki hafta boyunca her gün, Hasan Ali Yücel de on kere ziyaretine gitmişti.

Bugünün Milli Eğitim Bakanı ise çocukları okullarını bırakmaya MESEM’lerde “çocuk işçi” olmaya çağırıyor.

∗∗∗

Şerif Tekben, Tonguç’un “Canlandırılacak Köy” kitabında “yeknesak bir hayat içinde niçinsiz ve nedensiz yaşar”  diye tarif ediyor köylüleri. Köy Enstitüleri köylünün niçini ve nedeni olsunun fikriydi. İmecenin örgütlü biçimde köye yeniden girmesiydi.

Tonguç’ un İlköğretim Kavramı kitabındaki “halk, istediğini yapabilse bile, uyandırılmadıkça, ne istediğini bilemez” ifadesi 1960’larda Enstitülü kadroların başını çektiği Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) eğitim el kitaplarının sabit ibaresiydi, TÖS’ün mücadelesi iktidarın değil halkın öğretmeni olmanın mücadelesiydi.

Bugünün bir hapishaneyi andıran okul duvarlarının yerine okulların çevresinin ağaçlarla çevrili olması bile başlı başına bir güzellikti. Ülkenin en susuz, çorak, zor yerlerine kurulan Köy Enstitüleri’ndeki çocuklar öğretmenleriyle birlikte her türlü zorluğu yenmeye hazırdı, bu sorumluluk duygusuyla bu topraklarda bilimin, sanatın, üretimin öncüsü oldular.

Okullarda, üniversitelerde düşüncenin yasaklandığı bugünün ülkesinde haftanın bir günü yapılan değerlendirme toplantılarında (eleştiri günü) okula, işleyişe, müfredata ilişkin her eleştiriyi yapabildiği günleri yaşadı bu ülkenin çocukları 84 yıl önce…

Köy Enstitüleri o binlerce minik ellerin büyüttüğü ormanlardı.

Köy Enstitüleri “önceden dikili ağacı olmayan, çoraklığı ile dillere destan” arazilerde yetişen meyve ağaçlarıydı.

Köy Enstitüleri Enstitülerin ihtiyacı olduğu eğitim materyallerinin, dergilerin, kitapların basıldığı basımevleriydi.

Köy Enstitüleri kurdukları kooperatiflerle piyasada kilosu 120 kuruş olan ekmeklik buğdayı 5 kuruşa, piyasada 2 milyon liraya mal edilen dikiş giderlerini 50-60 bine mal eden, öğrencilerin, köylülerin, öğretmenlerin ortağı olduğu kooperatiflerdi.

Köy Enstitüleri inşaat işçisi bir babanın çocuğu olan 17 yaşındaki bir gencin otobüsün ücretsiz olması nedeniyle İstanbul’da denizi ilk defa bu kadar yakından gördüğü bir ülkede Köy Enstitüleri’ndeki öğrencilere her yaz harçlık verilerek 20 günlüğüne öğrencilerin ortak kararıyla ülkenin istediği yerine tatile gidebilmesiydi.

Köy Enstitüleri; bugün karma eğitim hakkının yasaklanmaya çalışıldığı ülkemizde kız çocuklarının karma, laik, kamusal eğitim hakkıydı.

∗∗∗

Köy Enstitüleri; yoksulluktan kaynaklı yüz binlerce çocuğun örgün eğitim dışına çıktığı, çocuk yaşta MESEM’lerde işçileştirildiği, iş cinayetlerinde yaşamını kaybettiği, Ensarlarda, Aladağlarda köy okulları kapatıldığı ve en yakın ilçede bir tane kamu yurdu da bırakılmadığı için tarikatlara mecbur bırakıldığı ülkemizde, yırtık çarıkları, yamalı şalvarları ile çıktıkları en yoksul köylerden laik, eşit, parasız, kamusal, nitelikli eğitime ulaşabildikleri okullardı.

Köy Enstitüleri mandolinle hem halk türkülerini hem “Beethoven’leri, Mozart’ları” çalan, dünya klasiklerini okuyan, demir dövüp tahta rendeleyen ellerdi.

Yücel’in Elazığ’ın Safolar köyüne ziyaretinde bir köylü yere bir dörtgen çizip dörtgenin temsil ettiği arazinin tamamına yakınının Mehmet Ağa’ya ait olduğunu söylüyor, bu nasıl Cumhuriyet diye bağırıyordu. Yücel’ in bu bağırışa cevabı da “ıslak gözleri” ile öğretmenlere dönerek “… Tek ümit köy enstitülerinde” oluyordu. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın öncüleri, önemli bir bölümü Enstitülü öğretmenlerden oluşuyordu. 70’lerin köy çıkışlı sosyalist, devrimci gençlerin hikayelerinde mutlaka bir Enstitülü öğretmen oluyordu.

Enstitüler “gayri milli, komünist yuvası” denilerek hedef gösteriliyor, ABD ile ilki 27 Şubat 1946’da Kahire’de imzalanan anlaşmaların arkası hızla geliyor, Enstitülü öncü kadroların tasfiyesi başlatılıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle ve “Öner-Yücel” davasıyla da birlikte Köy Enstitüleri ırkçılar, gericiler tarafında hedef tahtası haline getiriliyor, 1950’den hemen sonra ABD’li “köy eğitimi uzmanı” olduğu söylenen Prof. Wofford Türkiye’ye gönderiliyor, hazırladığı rapor Enstitüleri yıkmak için dayanak haline getiriliyordu.

Köy Enstitüleri sanattı, bilimdi, edebiyattı; aydınlanma, bağımsızlık, eşit ve özgür bir gelecek mücadelesiydi.

Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 84. yılında emek verenlere saygıyla...