Bin dokuz yüz yedi yılının temmuz ayında, bir zamanlar cihanı titreten halifenin ordusu bilmem kaçıncı seferinde çok öfkelenmiş bizim dağlı aşiretlere, adına Neşet Paşa derler bir kumandan, buğday ambargosu koymuş

Bin dokuz yüz yedi yılının temmuz ayında, bir zamanlar cihanı titreten halifenin ordusu bilmem kaçıncı seferinde çok öfkelenmiş bizim dağlı aşiretlere, adına Neşet Paşa derler bir kumandan, buğday ambargosu koymuş. Dört taraftan tutmuş her tarafı dağdan ülkeyi, hububat ne varsa girişini yasaklamış. Açlık, tedibin bir silahıymış.

 



Sivas’a bir vali atanmış. Ne Cumhuriyet, ne Osmanlıymış. Bin dokuz yüz yirmi bir yılının temmuz ayıymış. Koçgiri’den dumanlar tütüyormuş. Teperyan namındaki bu vali, gökteki dumanın, dağa kaçmış fakirin sesini duymuş. Tez bir telgraf vermiş Anqara’ya: Ümraniye bucağına, Zara ilçesinin merkezine bağlı köylerden yetmiş altı, Divriki ilçesinde yetmiş yedi, ki toplam yüz otuz iki köy, savaştaki düşman istihkâmları gibi yakılmış, yıkılmış, yüzlerce nüfus öldürülmüş, bütün mal, eşya, zahire ve hayvanları yağmalanmış, binlerce nüfusu da dağlarda, kırlarda sefaletten, açlıktan ölüme mahkûm edilmiş. Açlık tenkilatın bir konusuymuş.

Varşova gettosundakiler üç yıl, Leningrad’dakiler iki yıl, Holanda’dakiler bir kış aç kalmış. O Açlık Kışı’nda Hollanda’da ana rahmine düşen her bebiş sonra zayıf düşmüş. Açlık çünkü, insanı yine insanla beslermiş. Açlık işgalin bir enstrümanıymış.

Sekiz yaşımda ya varmışım, ya yokmuşum. Toprak damlı evin aşağısından insan seli akıyormuş. Yürüyen, bağıran, gülen, öfkelenen selden kulağa önce bir uğultu, sonra hınçlı sesler geliyor, biri nakaratça söyleniyormuş: Açız ekmek istiyoruz! Kapı önünde yakılmış ateş üstündeki sacın üstüne hamuru seren annem, boyunları çöp, ağızları sulu, gözleri büyümüş çocuk sürüsüne dönmüş, demiş: Wudey wudey, ekmek mi bulamıyorlarmış? Dokuz yüz yetmiş sekizin, o yaz günü, toprak damlı evlerin etrafındaki tozu-toprağı kaldırarak, yeri göğü titreterek geçenlerin attığı o slogan, zamanla birazcık değişmiş. Adalet, iş, hürriyet, ekmek donlarına girmiş. Açlık, sloganın değişmez temasıymış.

Bin dokuz yüz kırk üç yılında gönderildiği Auschwitz toplama kampından sağ çıkan yirmi dört kişiden biri olan Torinolu kimyager Primo Levi, gündüzlerde ve gecelerde hep düş kuruyormuş, kendisine masallar, sonrakilere şiirler topluyormuş. Yatağında bir şiir demiş: O acımasız gecelerde, yoğun ve zorlu düşler, kurardık tüm benliğimizle, dönmek, yemek ve anlatmak. Esirliğin, boyun eğdirmenin konusu açlıkmış.

Ortaçağ İrlandası’nda bir kişiye karşı oruç tutmak yasalmış. Eğer birine karşı yanlış yaparsanız, o kapınızın girişinde açlıktan ölürse, onun borçlarından sorumlu olunurmuş. Hindistan’da oturma eylemi düpedüz bir açlık greviymiş. Geçen yüzyılın herkese ilham veren açlık grevleri boşuna bu iki ülkede patlamamış. Direnişin silahı da açlıkmış.

Budist, Hindu, Alevi, Sünni, Yahudi, Mormon, Katolik oruç tutmuş. Açlık bu defa Tanrı, atalar, geçmişe saygı, bedensel disiplin, başka açların halini anlama içinmiş. Açlık grevi yapan, bunu barış ve inanç özgürlüğü için kullanan Gandi ikonmuş. Kafka’nın açlık sanatçısı, bir kafesin içinde aç, dışarıdakilerin kendisine hayranlık duymasını istemiş. Açlık saygınlık eylemiymiş.

İngiliz Süfrajetler kadınların seçme ve seçilme hakkı için aç kalmış. Kabakçı Mustafa, Üçüncü Selim’i kışkış eden isyan sırasında elinde bir ekmek sallamış. Bizim seksen dört, doksan altı ve iki bin ölüm oruçlarımız hücrelere girmemek içinmiş. Korsakoflular diye bir devrimciler grubu doğmuş. Açlık siyasal eylem aracıymış.

İsviçre’deki gizli hesaba, imam hatipe, camiye, yer altındaki kömüre, o kömürü çıkarınca ölen işçiye, dolara, kuponlu arsaya, Türgev’e, şaşaaya, toma’ya, attığı gaza bu kadar aç bir güruh hiçbir ülkede görülmemiş. Çarların hayal edemeyeceği saray içindeymiş, yine açmış.

Açlık hastalıkmış.