(Barış Aybek’e, gülen gözlerine, güzel yüzüne)

İki bin on beş senesinden, Mezopotomya, Şam ülkesi, Bağdat’ta, canavarları mumla aratan medeni cihatçılar, başlarında siyah maskeler, Allaah u Ekberr diyerek insanların kafalarını uçurmadan binlerce yıl evvel, nam-ı Kenan ülkesinden dünyaya yayılan İbrahim Peygamber, oğlu İshak’ın başını uçurmak üzereyken, göklerden inen meleğin koçu getirip İshak çocuğu kurtarmasından da çok önceleri, insanlar sahip olduklarının bir kısmını Tanrılara vermeyi adet edinmiş. Böylece aile, şehir, ülke veya kıta içinde tapındıkları ilahi güçleri onurlandırmışlar.

İlk insanın iki çeşit kurbanı varmış, ilki tarım tanrılarına yapılan, kan akıtmayı içermeyen, pastalar, meyveler ve sebzelerin yakılmasıymış. Ötekisi ise, en iyi hayvanın kurban edilmesi, törenden sonra herkesin karnını doyurması beklenen adakmış. En saygın hayvan kuşkusuz ki boğaymış, ama her Tanrı ayrı bir hayvanın sunulmasını istermiş. Köpek, at, eşek, domuz ve türlü türlü başka kurbanlar isteyen Tanrılar hiçbir zaman doymazmış.


Medeniyet geldikçe insan vahşileşmiş. İnka ve Mayalar’ın inançlarının temeline, artık hayvanları değil, insanları kurban etmek gelip yerleşmiş. Aztekler, eğer insan kurban etmezlerse güneşin duracağına inanmış. Kitlesel ve sistematik olarak insan kurban eden Azteklerin tanrıları da hep insan eti istermiş. Kurbanlar mı, genellikle savaşlarda rehin alınan kölelermiş.


Kurban etmenin manası da değişmiş. Adağın sahibi Tanrıların yerini zamanla vatan, ulus, devlet, onur, şehadet vb. almış. Yıllardır Amerika, başka ülkelere gönderdiği mülteci çocukların ailelerine, askerdeki çocukları ölüp milli bayrağa dolalı tabut içinde geri döndüklerinde, işte o zaman oturum ve vatandaşlık vermiş. Cihatçılar, on üçlük kurbanlarına cennet yetmemiş, yetmiş iki huri birden vaat etmiş.

İnsan hep Tanrıya kurban vermiş, Tanrı hayvan ve insan kanı dökmeye doymamış. Derler ki kurban etme veya adak eski ahitten gelmiş. Tanrı ile insan bir sözleşme imzalamış. İbrahim’in zavallı yavrucağı İshak bu anlaşmanın kurbanıymış. İbrahim oğlunu kurban ederek en değerli şeyinden vazgeçecekmiş. Yunan ordularının komutanı Agamemnonun kızı da Tanrılardan uygun bir rüzgâr elde etmek için kurban edilmiş. Burada da kızı kurtarmak için bir karaca gönderilmiş.


Eski Yunan efsanelerinde kurban çokmuş. Erkekler, kadınlar, çocuklar bitmeyen kuralsız ve aman vermez savaşların kurbanıymış. Bunların sayısı hesaba gelmezmiş. Bazen tanrıların ve tanrıçaların oğulları, kızları ve hatta kendileri de kurbanmış. Tanrıça Tetisin oğlu Akilleus Troya savaşları sırasında duyarlı tek yeri olan topuğundan vurulup devrilip gitmiş. Baştanrı Zeus’un ölümlü güzellerden Laodameya’ya gönlünü kaptırdıktan sonra yarattığı oğlu Sarpedon, korkunç Akhalı Patroklos’un kılıcıyla ruhunu teslim etmiş. Zaten hep savaş tanrıları varmış, barışın tanrısı hiç olmamış.


İnanç denildiğinde hatırladığım şey, ne kutsal kitap, ne camiler kiliseler cumalar cemevleri, ne ezberlenemez dualar, ne sevap saymalar değil, Hızır’a ait olduğuna inanılan, siyah, beyaz, sarı tüyleri ve dayanıklı bacaklarıyla, yiğit ve mağrur keçilerin, ziyaret adlı su kıyısı, dağbaşı, vadi içi yerlerdeki tertemiz mekânlarda, bıçak altında can vermesi, derilerinin tuluğa, tüylerinin yatağa, etlerinin evvela fakire, konu-komşuya, kalan azının fokurdayan kazana, boynuzlarının köy meydanındaki çocuklara veya bir kutsal taşın üstüne gönderilmesiydi. İnsanın kurban edildiğini ne okumuş, ne duymuştum. İnsanın kurban edildiğini Ap Ali’nin Kerbela masallarından duydum, on on beş yıl evveldi, bugün fırsat bulsalar yine yaparlar, dedi, güldüm, o eski zamanlardan kalma, hikâyelerde var, artık olmaz öyle şeyler, diye cevapladım aldırışsız. Yakın Suriye’yi görünce, Ap Ali yaşasaydı da ayaklarının altını öpseydim, deyiverdim geçen yıl.


Komşuda pişirilen savaş artık içimizde. Davutoğlu’nun feda dediği ve her gün ateş düşen evlerin önüne giden tabut içindekiler hep güçsüzler, ölü evlerinin kapıları tahtadan, içleri yoksul. Tek bir AKP’linin, hatta AKP’li müteahhidin, hatta ve hatta bir generalin bile çocuğu gitmiyor bu savaşa. Kobane’ye oyuncak götüren masum u paklara sıçrıyor savaşın kanı. Allah u Ekber, diyerek hepimizin babası Allah adına kafa kesenlerin yanında vatan, millet, devletin bölünmez bütünlüğüne kurban gidiyor yirmilik çocuklar şimdi. Binbaşı Aslan kırk sekiz saatte unutuluyor, Berkin’e, Suruç’taki otuz ikilere ağlamış Barış Aybek’in kanı kaplıyor toprağı. Hiç kimse kurban da, adak da, şehit de, yiğit de olmak istemiyor. Hiç kimse saraydakinin, erken seçimin, Kandildekinin oyuncağı da değil. Şehitler yalnızdırlar toprak altında. Fakir evlerde kalan analarında dinmeyen bir gözyaşı. Yiğitler mutsuzdur çoğu zaman, her zaman, her yerde.