Adaleti sahipsiz bırakmayan, film seçkisinin çok iyi olduğu Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali umarım uzun ömürlü olur. Bu filmlere ihtiyaç duymayacağımız, daha adil, daha eşitlikçi günlerin özlemi içinde.

Adaletin bu mu dünya?

Ülkemizin az sayıdaki tematik festivallerinden biri olan “Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali”nde Uzun Metraj Yarışması’na seçilen ve yarışma dışı sunulan tüm filmleri izleme şansım oldu. Film seçkisinin çok iyi olduğunu belirtmeliyim. Uluslararası Yarışma, toplumsal adalet, çocuk hakları, kadın hakları, çevre hakları alanlarındaki sorunları irdeleyen 8 filmden oluşuyordu. Yarışmanın büyük ödülü ‘Altın Terazi’yi kazanan İranlı yönetmen Nader Saeivar’ın “Yabancı” filmi, içinde yaşadığı toplumdaki adaletsizliğe ışık tutan bir yapım. Yönetmen, toplumdaki korkaklığı, başkalarını, özellikle yabancıları suçlama güdüsünü mercek altına alıyor. İran’ın Azeri bölgesine taşınmış Kürt bir öğretmenin, aile ve iş ortamında yaşadığı sorunlara ve komşularıyla ilişkilerine tanık oluyoruz film boyunca. Çelişkilerin keskinleşmesini tetikleyen olay, kapının önünden günlerdir ayrılmayan bir otomobil. ‘Big Brother’ın gözü bir bakıma. Ama, neyi, kimi gözlediğini bilemiyor mahalleli. Kimi, kendi suçlarıyla hesaplaşmaya başlıyor, kimi suçu komşusunda aramaya. Kimi ise daha gerçekçi: “Devlet, suç efendilerinin peşine düşmez; bizim gibilerden hesap sorar”…

Jüri kararında belirtildiği gibi, “toplumdaki korku ve kaygının yarattığı ötekileştirme” teması çerçevesinde, baskıcı bir sistemin çarkları arasında ezilen yoksul insanların dünyasını etkileyici bir dille anlatan filmin başarısında, oyuncuların performansları ve kurgu yönetmenliğini üstlenen Cafer Panahi’nin önemli payı olduğunu eklemeliyim.


Sermayenin ve devletin suçları

Moğol yönetmen Byambasuren Davaa’nın “Dünyanın Damarları”, yaylada altın aramak için gelen yabancılara topraklarını satmak zorunda kalan göçebelerin yaşamlarının altüst oluşunu ve küçük bir çocuğun ‘Şirket’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Öğrenci jürisinin vurguladığı gibi, “toprağın değerinin, emeğin kıymetinin ve doğanın saflığının” altını çizen bu filmi, ülkemizin farklı yörelerinde, siyanürle maden arayan şirketlere karşı görkemli bir direniş örneği veren köylülerimizle birlikte izlemek isterdim.

Ülkemizde yaşananlarla paralellik taşıyan bir başka film de, Fransa’dan. Nathan Nicholovitch, “Ektiğimiz Tohumlar”da, okul duvarına “Macron istifa” yazdığı için gözaltına alınan 16 yaşında bir liseli genç kızın polis tarafından öldürülmesinin doğurduğu tepkileri paylaşıyor. Şiddet ve korku ile yönetilmeye çalışılan bir toplumda, olup bitenlere seyirci kalan, suskunluğunu bozmayan toplum kesimlerini eleştirirken, Marseillaise’in (Fransız Milli Marşı) toplumu bir arada tutmaya yetmediğini, ‘Enternasyonal’e ihtiyaç duyulduğunu dile getiriyor… Çocukları yoksul ailelerinden koparıp, koruyucu ailelere teslim eden Alman Sosyal Güvenlik sistemini konu alan Talip Karamahmutoğlu’nun “Yaşamak” adlı filmi de bir devlet suçuna işaret ediyor, ama abartılı sahneler filmin inandırıcılığını zedeliyor. Filmin başrolünü üstlenen Esra İnal’ın başarılı yorumunun altı çizilmeli.

Suç ortaklığı

Francisco Marquez’in yönettiği Arjantin filmi “Kolektif Suç”, hizmetçisinin oğlu bir gece kapıyı yumruklayıp içeri girmek istediğinde, buna izin vermeyen bir öğretmenin, gencin o gece jandarma tarafından öldürüldüğünü öğrenmesinden sonra yaşadığı korku ve pişmanlığı konu alıyor. Yaşanan acılar karşısında suskun kalan orta sınıfı eleştiren film, “Ektiğimiz Tohumlar”la bir duygudaşlık taşıyor. “Değiştirilemeyen, yok edilemeyen baskı, isyana değil, teslimiyete neden olur” diyen Simon Veil’in sözüyle başlayan “Teslimiyet”te, kocasının tecavüzüne uğrayan bir kadının yargı karşısında verdiği savaşımı anlatan Leonardo Antonio, aile ortamında işlenen cinsel suçların erkek egemen bir toplumda kabulünün hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Bir başka cinsel suç öyküsü de, Güney Kore’den. Sun Ae-Lim’in “Yaşlı Kadın” adlı filmi. 29 yaşında bir fizyoterapi asistanının tecavüz ettiği 69 yaşındaki bir kadının, birlikte yaşadığı arkadaşının yardımı ile suçu kanıtlamak için verdiği mücadeleyi aktarırken, Henry Blake’in yönettiği Britanya yapımı “Uyuşturucu Kuryesi Çocuklar”, annesi ile birlikte yoksulluk içinde yaşayan bir gencin uyuşturucu tacirlerinin eline düşmesini anlatıyor.

Adalet Terazisi

Her türlü farklılığa karşı çıkan otoriter sistemlere çarpıcı bir eleştiri getiren Polonyalı yönetmen Agnieszka Holland, bu yıl festivalin Onur Ödülü’nün sahibi. Yarışma dışı bölüm, ‘Adalet Terazisi’nde gösterilen son filmi “Şarlatan”da, doğal ürünlerle hastalarını iyileştiren bir ‘şifalı bitkiler uzmanı’nın, Nazi işgali yıllarından savaş sonrasının sosylist Polonyası’na uzanan bir süreçte tüm yönetimler tarafından suçlanmasını, mesleki başarıları (Nazi komutanını ve Sosyalist Cumhurbaşkanını iyileştirmesi) sonucu pek çok badireyi atlattıktan sonra, bir cinayetle suçlanmasını anlatıyor... Bilimin ve yargının, siyasal otoritenin emrine girmesinin hazin öyküsü… Christian Schwochow‘un yönettiği “Almanca Dersi” ise, Nazi rejiminin insanlık dışı uygulamaları üstüne bir film. Yoz resimlerin imhasına karar veren otoritenin emirlerine kayıtsız şartsız itaat eden, bu uğurda çocuklarını da harcayabilen bir polis memuru ile polisin küçük oğluna resim dersleri veren, ona ‘acıyı resmetmeyi’ öğreten ‘yasaklı’ bir ressamın öyküsü. Siegfried Lenz romanından başarılı bir uyarlama.

Açılış filmi olarak gösterilen, İranlı Massoud Bakhsi’nin yönettiği “En Uzun Gece”, genç bir kadının ünlü bir şirket CEO’sunu öldürme suçundan idama mahkum olmasının ardından, Müge Anlı programını anımsatan “Affetmenin Gücü” adlı bir TV programında öldürülen adamın kızı tarafından affedilmesini konu alıyor. Yapım kalitesi, oyunculukları ile öne çıkan ve toplumdaki sınıfsal çelişkileri, ikiyüzlülüğü yansıtan başarılı bir film… Srdan Goluboviç’in yönettiği Sırp, Fransız, Alman yapımı “Baba”, tıpkı “Yaşamak” gibi çocuğu elinden alınan bir ebeveyn öyküsü. İşsiz bir babanın, anlayışsız bir resmi otoriteye karşı verdiği savaşım, medyanın gücü, taşrada yaşamanın çaresizliği… Toplumsal temalara eğilen inandırıcı bir melodram… Yarışma dışı programda yer alan iki belgeselden, İran-Türkiye ortak yapımı “Ve Dönüp Duruyoruz”, önce İran’a, oradan Türkiye’ye geçen Afgan mültecilerin yaşadığı adil olmayan koşullara, İtalyan-Kanada ortak yapımı “Barış Gelini: Pippa Bacca” ise, sanatçının Venedik’te başlayan, Türkiye’de bir kamyon şoförü tarafından sonlandırılan acı serüvenine odaklanıyor. Tıpkı, Yarışma seçkisi gibi, bu bölümde de birbirinden etkileyici filmler izledik. Adaleti sahipsiz bırakmayan “Suç ve Ceza Filmleri Festivali”ne uzun bir ömür diliyorum. Bu filmlere ihtiyaç duymayacağımız, daha adil, daha eşitlikçi günlerin özlemi içinde...