Adalet mekanizmasının çarkları bozulup, ifade özgürlüğünün ayaklar altına alındığı toplumlarda sanatçının en önemli silahı mizahtır. ‘Baba Sahne’nin sergilediği “Taxim” bunun güzel bir örneği.

Adaletin olmadığı yerde
Fotoğraf: Emre Mollaoğlu

Taksim meydanında bir kafe… Toplumun farklı kesimlerinin buluştuğu bu mekânda o sabah olağanüstü olaylar yaşanır. Silahlar patlar, dumanlar yükselir… Neler olduğunu anlamak için kafeden çıkan biri çöpleri almak için, diğeri mal getirdiği için kafeye gelmiş- iki emekçinin nereden geldiği belli olmayan kurşunlara hedef olmasıyla, bazıları birbirini yakından tanıyan, bazıları ilk kez o mekâna gelmiş sekiz kişi yaşam savaşı vermeye başlar. Kapıdan başlarını uzattıklarında gördükleri manzara korkutucudur. Ortalıkta kimsecikler yoktur, yerde yatan iki cesetten başka. Bir süre sonra o cesetler de siyah üniformalı, maskeli kişiler tarafından kaldırılıp götürülür. Sokağa çıkmaya cesaret edemedikleri için televizyonu açıp, ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırlar. Ne var ki, televizyon kanallarında penguen belgeseli gösterilmektedir... 

Baba Sahne’nin iki yıldır sergilemekte olduğu “Taxim” oyununu Kültürpark’daki İzmir Atatürk Açıkhava Tiyatrosu’nda izleme olanağı buldum. İki perdelik oyun, kara komedi ile gerilim türlerini buluşturan bir yapım. Vatandaşlarının haber alma özgürlüğü bir yana, yaşam özgürlüğünü de hiçe sayan bir devlet aygıtına yönelik eleştiriler içeren bir kara komedi olarak başlayan oyunun ikinci perdesi, hayatta kalma savaşı veren bireyler arasındaki çıkar çatışması üzerine kurulur. Dramın ve gerilimin iyice yoğunlaştığı bu perdede bireyin egosu eleştiri oklarının hedefindedir. İlk perdede sistemin gayrı-insani yapısı gözler önüne serilirken, ikinci perdede kötülüğün tek sorumlusunun sistem olmadığı, insanın -belki de doğasından gelen- kötücül yanı sergilenir.               

Masum değiliz hiçbirimiz 

Oyunun karakterleri, toplumun farklı katmanlarından da olsa davranışları büyük ölçüde birbirine benzemektedir. Hayatta kalma içgüdüsü ile ölesiye bir çatışmanın içine sürüklenen bireyler üzerinden seyircinin kendisi ile yüzleşmesi hedeflenir: Ben olsaydım nasıl davranırdım; kendimi kurtarmak adına başkalarının yaşam hakkının elinden alınmasına onay verir miydim? Oyun, bu doğal güdünün kaçınılmaz olduğunu vurgulamıyor elbette. Bireyler arasındaki empati/anlayış eksikliğinin, dayanışma yerine çatışmayı seçmenin çıkışsızlığını vurguluyor. Karakterleri arasında birinin -görece de olsa- daha masum olduğunu göstererek, çıkışı/umudu kötülüğe görece az bulaşan/kötülüğe tepkisiz kalmayanlarda olduğunu anlatıyor. Fazla ‘Spoiler’ vermeden daha fazla bir şey söylemem mümkün değil. Ama oyundaki karakterleri tanıtmakta bir sakınca olmaz herhalde. 

Tek bir başrol yok oyunda, bir kaçı öne çıksa da. En başta, bir ‘clochard’ (dilimizde en yakın sözcük berduş olsa gerek); Şevket Çoruh’un canlandırdığı. Ülkemizde sayıları Fransa kadar fazla olmasa da, varolduğunu bildiğimiz, okumuş yazmış, feleğin sillesini yedikten sonra kendini sokaklara atmış bir filozof kişi… Çoruh, bu renkli kişiliği tüm nüanslarıyla, acıları, hoşlukları ve yaşama bağlılığı ile canlandırıyor. Çoruh’u izlemek her zaman keyiflidir. Kafe’nin bir başka müdavimi, LBGT bireyini ise Ozan Güven incelik ve ustalıkla yansıtıyor. O da hayatın sillesini yemiş, yemeğe de devam eden, toplumun ötekileştirdiği bireylerden biri.  

Kafeyi borç harç ayakta tutmaya çalışan orta sınıftan iki kardeşi Ömür Arpacı ve Günay Karacaoğlu canlandırıyordu benim izlediğim oyunda (Karacaoğlu oyuna üç günde hazırlanmış, turneye katılamayan Nergis Çorakçı’nın yerine; ama sanki yıllardır oynuyormuşçasına rahat). Kafenin müşterileri arasında, kırmızı don satarak geçimini sağlamaya çalışan emekli bir polis (Mert Asutay), bir reklam şirketinde çalışan bir genç adam (Seçkin Özdemir) ve internette tanıştığı bir erkekle buluşmaya gelen eğitimli ve güzel bir genç kadın (Rüya Demirbulut) yer alıyor. Bir de, kafeye o gün ilk kez gelen ve kendini tuvalete kapatan adam var (spoiler vermemek için başka bir şey söylemeyeyim). Ha, bir de dış ses var, Kafa Radyo’nun çok sevilen programcısı Nihat Sırdar’ın radyodaki yorumları… Televizyonda haberleri sunan Uğur Dündar da, tıpkı Nihat Sırdar’ın varlığı gibi, hikâyenin yerelliğinin altını çizerken, Dündar’ı neden bugün bazı kanallarda göremiyoruz sorusunu sorduruyor seyirciye. Tüm oyuncuların rollerinin hakkını verdiği yapıtı, Baba Sahne’de “Bir Baba Hamlet” ve “Don Kişot’um Ben” oyunlarını da sahneleyen Emrah Eren sahnelemiş. Mizansen kurmaktaki ve oyuncu yönetimindeki başarısını bir kez daha yineliyor Eren. İşlevsel ve estetik açıdan doyurucu sahne tasarımında ‘bir dost’ imzası var.  

Beyazperdeden sahneye 

“Taxim”in metni, iki İspanyol yazarın, Alex de Iglesia ve Jorge Guerricaechevarria’nın “Bar” adlı senaryosundan Baba Sahne ekibi tarafından uyarlanmış. Son derece başarılı bir uyarlama olduğunu söylemek isterim. Mekân ve kişilerin yerlileştirilmesi, metne yerel politik ortama ilişkin göndermeler eklenmesi hiç yadırgatmıyor. 1977 Taksim katliamından Gezi direnişine Taksim meydanını çağrıştıran ayrıntılara, ülkedeki ekonomik sorunlardan, tren kazasında yitirilen canlara, sistemden bireylere yansıyan paranoya ve ayrımcılığa, düzenin yalan makinesi olarak işleyen medyaya kadar nice ayrıntı başarıyla yerleştirilmiş. Oyun, Sinan Kaynakçı’nın söz ve müziğini yaptığı, Hayko Cepkin’in seslendirdiği “Fikrimden kurtar bu aklımı… nefsimden kurtar” şarkısı ile biterken, yaşanan toplumsal felaketlerde, sistem kadar bireylerin de (nefsimizin) sorumlu olduğu gerçeğini hatırlatıyor. 

Oyunun uyarlandığı, İspanyol sinemasının usta yönetmenlerinden Alex de Iglesia’nın “Bar” (El Bar) adlı 2017 yapımı film de kara komedi-gerilim olarak tanımlanıyor. Oysa, kara komedi vurgusu, Baba Sahne’de çok daha güçlü. Film baştan sona gerilim ögesi üzerine kurulu. Ve, toplumsal-siyasal göndermeler yok denecek kadar az. Bireyin hayatta kalma çabasını verirken, kötülüğün kaynağını insanın içgüdülerinde arıyor. Elbette bu tema “Taxim”de de var (finaldeki ‘nefis’ vurgusu bunun en belirgin kanıtı) ama insanın kötücül yanları kadar iyi yanlarını da vurgulamayı ihmal etmiyor Baba Sahne. Özellikle, Şevket Çoruh’un iyi yürekli ‘clochard’ı, filmin İncil’e yaptığı göndermelerle insanın özündeki kötülüğün altını çizen, clochard’dan çok deli olarak tanımlayabileceğimiz karakterinden çok daha inandırıcı, ayakları yere basan bir karakter. O da, kötülük çamuruna bulaşıyor ama seyircinin ona sempati duyması oyunun ‘nihilist’, çıkışsız bir mesaj içermesinin önüne geçiyor. Baba sahnenin yorumunda olumsuz yanlarının yanı sıra olumlu yönlerinin de altı çizilen genç kadının ‘clochard’ın dünyaya bakışından etkilendiğini görüyoruz. Belki de, umut bağladığımız gençliğin simgesi…          

Tiyatro ile sinema, kullandıkları araçlar ve seyirciyle kurdukları ilişki açısından birbiriyle oldukça farklı ortamlar. Gene de birbirleriyle alış verişleri epey yoğun olan iki sanat alanı. Perdeden sahneye yapılan uyarlamalara oranla sahneden perdeye yapılanların sayısı çok daha fazla. Sayısız Shakespeare, Çehov, uyarlaması yapıldı sinema dünyasında. “Casablanca”, “İhtiras Tramvayı”, “Kim Korkar Hain Kurttan”, “Satıcının Ölümü”, “12 Kızgın Adam”, “Bernarda Alba’nın Evi”, “Amadeus”, “Çılgınlar Kulübü”, “Tüyler” (Quills), “İçimdeki Yangın”, “Cyrano de Bergerac”, “Baba” gibi oyunlar, “West Side Story”, “Grease”, “Damdaki Kemancı”, “Sokak Kızı İrma” gibi müzikaller en başarılı sahne uyarlamaları arasında… Ülkemizde de Muhsin Ertuğrul’la başlayan bu akım, sonraki yıllarda daha az ürün verdi. “Hababam Sınıfı”, “Keşanlı Ali Destanı”, “Bozuk Düzen”, “Duvarların Ötesi”, “72. Koğuş”, “Asiye Nasıl Kurtulur?”, “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Ağaçlar Ayakta Ölür”, “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?”, “Pardon”, “Yolcu” ve “Zengin Mutfağı” en ünlü uyarlamalar arasında.  

Beyazperdeden sahneye yapılanlar ise çok daha sınırlı. Hitchcock’un “39 Basamak”ı, “Hairspray”, “Producers”, “Tootsie” gibi komediler, “Güzel ve Çirkin”, “Frozen”, “Aladdin” gibi Disney yapımları beyazperdede kazandıkları başarıdan sonra sahneye taşındılar.  Paolo Genovese’nin “Kusursuz Yabancı” filmi de gördüğü ilgi üzerine sahneye uyarlanmış, çeşitli ülkelerde ‘re-make’leri yapılmıştı. Ülkemizde de Serra Yılmaz “Cebimdeki Yabancı” adlı başarılı bir filme imza atmıştı. Kitaplardan uyarlanan “39 Basamak” “Esaretin Bedeli”, “Ölü Ozanlar Derneği” gibi filmler, ülkemizde tiyatro sahnelerine uyarlandı. “Taxim” bu yaklaşımın en yeni ve başarılı bir örneği.  

Mizahtan söz açmışken, iki büyük ustayı anmadan geçemem. Dün, mizah yazınımızın ustalarından (bu yıl 90. yaşını kutladığımız) Muzaffer İzgü’nün ölümünün altıncı yıldönümüydü. Birkaç gün sonra da, 31 Ağustos’ta da bir başka mizah ustası, kitaplarıyla, yazdığı, sahnelediği, oynadığı oyunlarla bu alanın önde gelen yaratıcılarından biri olan Ferhan Şensoy’u anacağız, ölümünün ikinci yıldönümünde. Şensoy ile Şevket Çoruh’un ilişkisini anımsatarak bitirelim. Ferhan Şensoy, Münir Özkul’dan devraldığı ‘kavuk’u Rasim Öztekin’e vermiş, bir süre sonra o da rahatsızlığı nedeniyle günümüz tiyatrosunun en başarılı komedyenlerinden Şevket Çoruh’a devretmişti. Çoruh’un başarısının temelinde geleneksel tiyatromuzun komedi geleneğinin son temsilcilerinden biri olması yatıyor. Baba Sahne’ye nice oyunlar, nice başarılar diliyorum. Adaletsiz bir dünyada umudu ayakta tutmamızı sağlayan diğer sanatçı dostlarla birlikte…