Adaletsizlik, yeni bir kavram değil. “Anayasa’ya Sahip Çıkıyoruz” mitinginin iptali ülkemizdeki hukuk krizi ve adaletsizliği gündemden düşürmediğine göre dünya sinemasının bu temaya yaklaşımına değinebiliriz.

Adaletsizliğe isyan

Irak’tan gelen şehit haberleri ile iptal edilen (bu satırları yazdığım sırada bunun bir iptal mi, erteleme mi olduğu belirsiz) CHP öncülüğünde tüm demokrasi güçlerinin gerçekleştirmeyi planladığı Anayasa mitingi, ülkemizde yaşanan hukuk dışı uygulamalara kamuoyunun dikkatini çekmek açısından önemliydi. Anayasa Mahkemesi’nin TİP Milletvekili Can Atalay’ın tutukluluğuna ilişkin verdiği ‘hak ihlali’ kararı sonrası, ülkemizin bir hukuk devleti olup olmadığı sorusu gündemin en can alıcı maddesi haline gelmişti. 

Demokrasinin kurum ve kuralları ile insan haklarının ayaklar altına alındığı ülkemizde sanatçılar yayınladıkları bildiri ve demeçlerle Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmamasının ülkemizin geleceği adına ne denli büyük bir tehlike oluşturduğunu vurguluyorlar, ama bu yeterli mi? Gezi direnişine karşı hıncını bir türlü yenemeyen siyasi iktidarın propaganda aygıtı karşısında etkisiz kalan tepkilerle yetinilecek mi? Dünyanın farklı köşelerinde benzer koşullar altında yaşayan sanatçıların isyanı bildirilerle sınırlı kalmıyor. Ülkelerinde çağdaş bir demokrasinin kurallarının geçerli olmamasına, toplumsal eşitsizliğe, ayrımcılığa ve her türlü adaletsizliğe tepkilerini sanatsal üretimleri ile dile getiriyorlar. Elbette her türlü riski göğüsleyerek, bedel ödemeyi göze alarak…  

DÜNDEN BUGÜNE 

Adaletsizlik, toplumumuz için yeni bir kavram değil. Doğal olarak sinemamızda ve tiyatromuzda adaletsizlik, eşitsizlik temaları üstüne düşünen yapıtlar üretildi. Tiyatroda AST, Dostlar Tiyatrosu, Devekuşu Kabare Tiyatrosu gibi pek çok topluluk toplumsal sorunları gündeme getiren oyunlar oynadılar, “Ayak Bacak Fabrikası”, “Zengin Mutfağı”, “Sivas” gibi toplumsal-siyasal eleştirileri ile öne çıkan yapıtlar sergilendi; sinemada Ertem Göreç’in “Karanlıkta Uyananlar”ından Kemal Sunal, Şener Şen filmlerine pek çok film yapıldı toplumsal eşitsizliklere değinen. Yakın zamanlarda Kıvanç Sezer’in “Babamın Kanatları”, Onur Saylak’ın “Daha”, Fikret Reyhan’ın “Sarı Sıcak” ve “Çatlak”, Emin Alper’in “Tepenin Ardı”, “Abluka” filmleri toplumumuzdaki adaletsizlikleri gündeme getiren çalışmalardı. 

Darbe dönemlerinin hukuk dışı uygulamalarını, yasakları, sansürleri, ayrımcılığı ele alan “Karartma Geceleri” (Yusuf Kurçenli), “Ses”, “Sürü”, “Düşman” (Zeki Ökten), “Sis“ (Zülfü Livaneli), “Yol” (Şerif Gören), “F Tipi Film” (Hüseyin Karabey, Ezel Akay, Barış Pirhasan, Sırrı Süreyya Önder, Aydın Bulut, Reis Çelik, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay), “Saklı Hayatlar” (Ahmet Haluk Ünal), “Küçük Adam Büyük Aşk” (Handan İpekçi), “Salkım Hanımın Taneleri”, “Güz Sancısı” (Tomris Giritlioğlu), “Zer” (Kazım Öz) gibi toplumsal-siyasal eleştiri içeren filmler de yapıldı. İki işlevi vardı bu filmlerin; yaşananlardan ders alınması için uyarmak, toplumsal sorunlarla yüzleşme cesareti göstererek örnek oluşturmak (Elbette, başka yapıtlar da vardır, bunlar ilk anda aklıma gelenler). 

Peki, son yıllarda neden azaldı siyasal içerikli filmler? Ülkemizde bu sorunların aşıldığını iddia edemeyeceğimize göre, sorunun kaynağını artan baskılarda mı, cesaret noksanlığında mı aramalı, yoksa seyircinin bu filmlere ilgi göstermemesinde mi? Elbette bu son şık kendi başına ele alınmamalı. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkıyor sorusuna takılıp kalmazsak, belki şu yanıtı verebiliriz bu soruya: eski günlerin idealizmi yerini kolaycılığa ve para kazanma tutkusuna bıraktı da ondan. Bu durumun yalnızca bizim ülkemizde yaşanmadığına da işaret etmekte yarar var. Dünyanın dört bir yanında adalet kavramını ayaklar altına alan uygulamalardan hangi birini sıralayayım? Filistinlilerin topraklarına el koymak amacıyla işlenen kitlesel cinayetleri, İran’da başı açık dolaştı bir de bunu sosyal medyada paylaştı diye kırbaçlanan kadını, tarikat yurtlarında tacize uğrayan çocukları görmezden gelen, üç maymunu oynayan hükümetleri, medya kuruluşlarını, Filistinlileri savundu diye sanatçılara sansür uygulayan sanat kurumlarını bilmiyor değiliz. Ama, gene de, az sayıda da olsa, cesur işler yapılabiliyor, bizde ve başka ülkelerde. Dilerseniz birkaç örnekle somutlaştıralım bu yargımızı.  

DÜNYANIN ‘KÖR NOKTA’LARI 

2022 ve 2023 yıllarında iki önemli film damgasını vurdu sinemamıza. Emin Alper’in “Kurak Günler”i ve Özcan Alper’in “Karanlık Gece”si. Toplumsal-siyasal baskıları ve linç kültürünü konu alan bu filmlerin ardından Ayşe Polat’ın “Kör Noktada”sı geldi. Cumartesi Anneleri’nden yola çıkarak ülkemizde yaşanan hukuksuzluklara, sistemin ‘kör nokta’larına, emniyet mekanizmasının hukuk dışı uygulamalarına ışık tutarken, sinematografik anlatımı ile de öne çıkan bu filmin halen ülkemizin farklı kentlerinde gösterimde olduğunu, şu sıralar Nilüfer Belediyesi desteği ile gerçekleşen ‘Başka Sinema: Rota’ programında yer aldığını anımsatmak isterim. 

Dünya sinemasından birkaç örnekle devam edelim. Önce, ‘Başka Sinema: Rota’ çerçevesinde gösterilen iki film: İranlı yönetmenler Ali Asgari ve Alireza Khatami’nin “Fani Dizeler” (Ayeh haye zamini / Terrestrial Verses) adlı 2023 yapımı filmi İran’daki siyasal protesto gösterilerinde öldürülen genç bir kadını gömebilmek amacıyla çıkılan bir yolculuğun öyküsü. Dar bir kadro ve küçük bir bütçe ile yapılmış cesur bir çalışma. İranlı sinemacıların rejimin bakıcı uygulamalarına karşı gösterdikleri direncin, adalet feryadının en yeni örneği. 

Bir diğer film, İtalyan sinemasının genç kuşak ustalarından Matteo Garrone imzasını taşıyan “Kaptan Benim” (Io Capitano). Günümüzde dünya üzerindeki eşitsizliğin en çarpıcı örneklerini oluşturan göçmen sorununa değinen Garrone, Senegalli iki gencin Avrupa hayalleri ile çıktıkları yolculuğu destansı bir dille anlatıyor. Senegal’den Nijer’e, oradan Libya’ya yapılan zorlu yolculuktan sonra Libya’dan bir tekne dolusu Afrikalı göçmenle birlikte Sicilya’ya doğru yola çıkan iki arkadaşın serüveninden etkilenmemek olanaksız. Sinemasal değerinin yanı sıra, insani değerleri hiçe sayan göçmen politikaları uygulamakta direnen Avrupa ülkelerine bir uyarı olarak da önem taşıyor. 
 
GEÇMİŞİ İLE YÜZLEŞMESİ 

2023’de Amerikan sineması iki önemli yapıt ortaya koydu. Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Oscar yarışında (Amerikan Sinematografik Sanatlar ve Bilimler Akademisi Ödülleri) boy ölçüşecek iki yapıt da Amerikan tarihinin karanlık sayfalarını beyazperdeye taşıyor. Christopher Nolan’ın “Oppenheimer”i İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının mimarı Robert Oppenheimer’in yaşadığı ikilemi, vatanseverlik ile vicdan azabının çatışmasını ustalıkla yansıtan, Amerikan sinemasının yüz akı yapımlardan biri. Amerikan sinemasının sistem eleştirisi gibi sunulan filmlerinin çoğunluğunu milliyetçiliğin zirve yaptığı finalleriyle anımsarız. Bu kez öyle olmuyor, Oppenheimer’ın çelişkisini dürüst biçimde aktararak, kararı izleyiciye bırakıyor. Yılın bir diğer sinema olayı, usta yönetmen Martin Scorsese’nin Amerika’nın kuruluş yıllarında yaşanmış gerçek öykülerden yola çıkarak, kapitalist sistemin cinayetler üzerine bina edildiğini vurguluyor. 20. yüzyıl başında Oregon’da kendilerine verilmiş ‘rezervasyon’ alanında yaşamlarını sürdürürken topraklarından petrol çıkması üzerine zenginleşen ‘Osage’ kabilesinden bir ailenin fertlerinin art arda cinayetlere kurban gitmesini anlatıyor Scorsese. Cinayetlerin ardında, zenginleşme umudu ile bölgeye gelen ve amcasının yanında çalışmaya başlayan bir delikanlının (Leonardo di Caprio) amcası, bölgenin ‘hayırsever’ tüccarı var. Delikanlının, Osage kabilesinden bir kadınla (Lily Gladstone) evliliğini fırsat bilen amca (muhteşem De Niro) kadının tüm kardeşlerini öldürterek ailenin zenginliğine el koymak istiyor… Hukukun işlemediği, toplumsal adaletin var olmadığı ülkelerin sinemacıları için ders kitabı bir film. İçeriği ile olduğu kadar, anlatım ustalığı ile de göz kamaştırıcı. Uzunluğundan korkup, izlemeyi ihmal etmemenizi öneririm.