10-15 yıl önceydi, Yeni Şafak’ta medyada “değişim”in kaçınılmaz olduğunu vurgulayan bir yazıda “hacıyatmaz gazeteciler”e dikkat çekilmiş ve “viraj almada profesyonel” bu tür gazetecilerin her daim ayakta kalacakları söylenmişti. 

Bilirsiniz; bizim dilimizde “hacıyatmaz” pek makbul bir ifade değildir. Her devre ayak uyduran, her dönemde çıkarına uygun tavır alarak ayakta kalanlara denir ki hani neredeyse küfür sayılır.

Belki de hayatta belli pozisyonlara sahip olmak üzerinden fiili “hacıyatmazlık” olasılıklarıyla hiç sınanmadığımdan, bana “fikri hacıyatmazlık”lar daha ilginç geliyor.

Misal, daha düne kadar “Nass”ı alkışlayıp, düşük faizin yılın (2022) ikinci yarısında ekonomide rahatlama getireceğini savunan bir gazeteci şimdi “Faiz artırımı bekliyorum. Ciddi faiz artırımı yapılması gerektiğine inanıyorum” dediğinde, aynı aklın, hem de hacıyatmaz kadar birkaç kez salınmaya da gereksinim duymadan, nasıl dengesini bulup dimdik durabildiğine şaşırıyorum! 

Buna “iktidar aklı” diyerek gülüp geçmek de mümkün. Nasılsa o aklın değişim gibi bir derdi yok! 

Değişim gibi bir derdiniz yoksa, dün savunduğunuzun bugün tam tersini savunuyor olmak ya da savunduklarınız ile bilimsel verilerin uyuşmaması umrunuzda olmaz, statükonun devamı için olduğunuz yerde az biraz salınarak ya da milim kıpırdamadan durursunuz.

Derdiniz değişimse, değişimden yana, yani muhalifseniz “hacıyatmazlık” yalnızca ahlaki bir sorun olmaktan çıkar, değişimin önünü tıkar! 

Değişimin iktidar hali, değişim rüzgarlarına karşı bir hacıyatmaz gibi biraz salınıp yine olduğun yerde dikilerek statükonun devamını sağlamaktan ibarettir.

O statükoyu değiştirmekten yana olanların, ortalıkta değişimi dayatan onca veri varken (zam, yoksulluk, hukuksuzluk, deprem, vb.) insanların değişimden yana tavır almamalarına şaşırmalarının da değişime en ufak bir faydası yok. 

Bunu “aklın bilmecesi” olarak ele alıp çözmeye çalışan bilim insanları; karşı tarafın argümanlarındaki zayıf noktaları belirlemede çok becerikli ancak kendi zayıf noktalarımız konusunda kör olduğumuzu, gerçekte bildiğimizden çok fazlasını bildiğimize inandığımızı, bizi kurtaracak bilimsel bilgileri inkâr edip (aşı karşıtlığı gibi) ölümcül yanlışlarda ısrar edebildiğimizi, yanılıyor olsak bile mevcut pozisyonumuzu savunan tezlere sadık kalmanın bize iyi hissettirdiğini vurguluyor ve “yanlış ‘bilimsel’ inanca yol açan eğilimlerin nasıl ele alınacağını bulma” zorunluluğunun altını çiziyorlar.

Bu, tabii ki değiştirmek isteyen muhalif aklın zorunluluğudur! İlk adımı da yukarıda sayılan halleri muhalif akıldan temizleyerek atmak gerekir. Asıl kendi zayıf noktalarımızı görme becerisini geliştirerek, gerçekte bildiğimizden fazlasını bildiğimiz inancından kurtularak, mevcut pozisyonlarımızı savunmanın verdiği rahatlığı terk ederek… 

Ve bir an önce “söyleme hali”nden “eyleme hali”ne geçerek… Şu bizim “Erken öten horozun boğazını keserler” sözümüz var ya, mesele seçim sonuçlarını bilimsel olarak değerlendirip doğru bir çizgide “eylemek”se, muhalefet geç bile kalıyor!

Batılıların bu işin iki yönüne işaret eden bir sözü var; “Erken kuş solucanı yer, erken solucan yem olur.” Şunu daha çok severim; “İlk kuş solucanı, ikinci fare peyniri kapar.”

Yani; tuzağa düşen ilk farenin deneyimlerinden öğren ama hamle yapmak için de gecikme!

Derdi değişim olanların, aklın çözülmüş bilmeceleriyle oyalanması değişim trenini yine kaçırır. Değişim ancak “taban aktivizmi”yle mümkünse, bunu tekrarlayıp duranlar değil, tabanı değişim için harekete geçirmede “erken kuş” olabilen kazanır!