Savunma mekanizmalarından en çok kullanılan akılcılaştırma olsa gerek. Seçimler yaklaşırken iktidar, neredeyse bütün psikolojik savunma mekanizmalarını devreye sokuyor, ama akılcılaştırmayı, yani gerçekliği kurgulanan ve yeniden yapılandırılabilen bir şey olarak görmeyi, daha çok tercih ettikleri ortada. Yaşanan ekonomik krizi bile öyle bir açıdan değerlendiriyorlar ki, sanki yokmuş gibi oluyor. Ama gerçeklik, zaten biraz da öyle bir […]

Savunma mekanizmalarından en çok kullanılan akılcılaştırma olsa gerek. Seçimler yaklaşırken iktidar, neredeyse bütün psikolojik savunma mekanizmalarını devreye sokuyor, ama akılcılaştırmayı, yani gerçekliği kurgulanan ve yeniden yapılandırılabilen bir şey olarak görmeyi, daha çok tercih ettikleri ortada. Yaşanan ekonomik krizi bile öyle bir açıdan değerlendiriyorlar ki, sanki yokmuş gibi oluyor. Ama gerçeklik, zaten biraz da öyle bir şey değil mi, nereden bakıldığına göre değişen? Ya da öyle mi gerçekten, gerçeklik değişir mi?

Akılcılaştırmayı, bir davranışı ya da durumu, anlamlı ve etik açıdan değerliymiş gibi gösterme çabası olarak tanımlamak mümkün. Dil gibi deneyimlerin sembollerinde kalındığı sürece, bunu yapabilmek hiç de zor değil. Herkes bir biçimde akılcılaştırmaya başvurur ve bu bir noktaya kadar işe de yarar. Çalıştığı işten memnun olmayan biri, yeni bir iş bulmakla ilgili endişeleri varsa, posizyonunu haklı çıkaracak argümanları kolaylıkla geliştirebilir. Öyle birini, kendisini ve başkalarını sürekli olarak ikna etmeye çalışırken görürüz, yaşadığı olumsuz duyguyu, bu ikna çabasıyla yok etmeyi ister. Ama alttan alta bir depresyon da yaşamaktadır ve neden böyle hissettiğine anlam veremez. Ya da eşinin kendisini aldattığından şüphelenen biri, ayrılmaktan korktuğu için akılcılaştırarak durumunu idare edebilir, ama bir anda önemsiz görülebilecek küçük bir olayı bahane ederek ayrılma kararı aldığında ya da öfke krizine girdiğinde, kendisini ve karşısındakini şaşırtabilir. Ya da satın almak istediğimiz bir şeye paramızın yetmeyeceğini anladığımızda, o şeyi değersizleştirerek almamayı akılcılaştırabiliriz. Çocuğunu döven biri, bunu onun iyiliği için yaptığını söylerken de akılcılaştırmaya başvurur.

Gerçekliğin kurgulanabilirliği, günümüzde öyle bir noktaya geldi ki, felsefeyi ve akılcılaştırmayı birbirinden ayırmak zorlaştı. Benjamin Franklin, iğneleyici bir şekilde bu durumu şöyle dile getirmişti: “Bir akılcı canlı olmak son derece iyi bir şeydir; çünkü bu, kişinin yapmayı düşündüğü her şey için akıl dolu bir neden bulmasını veya üretmesini sağlar.” Politikacılar, özellikle bu savunma mekanizmasına bağımlı bir hâlde yaşarlar; ama sorun şu ki, hemen hemen her şey akılcılaştırılabilir ve bu, gücü elinde bulunduranın suiistimaline dönüşebilir. Deneyim ile deneyimin dilsel ve kavramsal eşdeğerliliğinin her zaman birbiriyle örtüşmediğini kabul etmek ve örtüşmemesinin nedenlerini anlamak, bu meseleyi çözmek için bir çıkış yolu sunabilir. Yoksa felsefenin yaptığı her şeyi bir akılcılaştırma olarak göremeyiz, anlamların dönüşümünü anlamak ve gerçekliğin kurgulanabilir yapısıyla ilişkisini gözler önüne sermek, ufuk açıcı ve gerekli bir uğraş, hatta elzem…

Psikodinamik açıdan akılcılaştırma, bilinci ve bilinçdışını ayırarak, arkasında ne olduğuna bakarak anlaşılabilir. Ama bu da başka tür bir akılcılaştırma pratiği olarak görülemez mi? Örneğin, otoriteyi odak noktası yapan biri, sadakati ve bağlanmayı yüceltirken, diğerlerini bağlanma sorunu olan, uyumsuz kişiler olarak tasvir edebilir. Otoriteyi değil de bireyleşmeyi kendisine odak noktası yapan biri de, otoriter kişileri eleştirecektir. Herkes kendi gerçekliğini yapılandırıp kurmakta özgür olsa da, bu tercihin diğerlerinin hayatını nasıl etkilediği, temel kıstas olsa gerek. Otoriter biri, diğerlerinin tercihlerine, dolayısıyla bireyleşmeye kolay kolay saygı göstermeyecektir.

Psikodinamik açıdan, yine temel kıstas, Rainer Funk’ın “Ben ve Biz” adlı kitabında dile getirdiği gibi, kişinin kendi öz güçlerini hayata geçirip geçirememesinde düğümleniyor. Akılcılaştırma, insanın kendi ihtiyaçlarını yok saymasına ve yabancılaşmasına neden oluyorsa, sorun olarak karşımıza çıkar. İnsanın toplumun ihtiyaçlarına uyum sağlamasından çok, toplumun insanın ihtiyaçlarına uyum sağladığı bir hayat, zaten temel siyasi mesele değil mi? Erich Fromm da, ruh sağlığını, toplumun destekleyici veya engelleyici rolünden bağımsız görmemişti hiçbir zaman.