Algıcılarla gerçekçilerin savaşı
İnsanlar söylendiği gibi tarihlerini özgür iradeleriyle değil, seçemedikleri, verili geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar ama kendileri yaparlar. Yani tarihin öznesidirler. Bu olağanüstü saptamayı tersten okumak, “koşullar böyle ne yapalım, elden ne gelir” demek teslimiyettir. Yorumlamakla yetinmezsek, tarihin aktif eylemci özneleri olarak var oluruz. Bütün olup bitenlerin sorumlusu da yine tarihin eylemli özneleri olarak bizleriz.
Taş ocakları için, madenler için; devlet desteği, koruması altında güzelim ormanların pervasızca yok edildiğinin çaresiz tanıklarıyız. Çaresizliğe isyan edenler; ormanların içinde, kıyısında yaşayan köylüler ve bir avuç çevreci. Ormanların yok edilmesi ile bulaşıcı bir hastalık gibi ortalığı saran yalanlar arasındaki ilişki gözle görülebiliyor. Zaten yalan söylemeden artık hiçbir adım atılamıyor, hiçbir düzenbazlık kurgulanamıyor. Neoliberalizmin işe beynimizden başladığını bilmem söylemeye gerek var mı? Oradan başlıyor çünkü önceliğin bilinci kaydırmaktan, düşünceyi yoldan çıkarmaktan geçtiğini çok iyi biliyorlar. Önce; yalanın yalan olmadığını anlatmaları, insanları ikna etmeleri gerekiyor. Bu açık saldırının kuşkusuz bir felsefesi olmalıydı. Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği bu akla ziyan, akla aykırı felsefenin propagandası ile geçti. Eskime, yıpranma, güçten düşme, yoldan çıkma belirtileri gösteren; kendini aşamadığı, liberalizmin duvarını geçemediği için savaş gücünü yitiren modernizmin yerine post modernizmi ikame edebileceklerini düşünen “çağdaş” filozoflar anlaşılmazlığın sihriyle boyadıkları mallarını, doğrusu ustaca piyasaya sürdüler. Kendilerini sol göstermeyi piyasada kalmanın temel koşulu olduğunu bilecek kadar zeki liberal “mütercimler” ve bu işte para var mantığını hep önde tutmuş yayınevleri de bu filozofları kafası karışık okura hızla pazarladılar.
Okuru suçlamanın âlemi yok. Yükselen, yeraltında büyümeye özen göstermiş tarikatların beslediği İslamcılıkla liberalizmin şenlikli düğünü kafa karıştırmaya yetiyordu. Postmodernizmin yalanı meşrulaştıran, başta gelen temel özelliği akla saldırması, böylece insanları silahsızlandırmasıdır. Postmodern filozoflar tam da Marx’ın söylediği gibi olayları yalnızca yorumlamakta yetinmeyi, değiştirme fikrini terk etmeyi savunmaktan bir an bile vazgeçmediler. Aklın merkezdeki yerini terk ettiğini savunan postmodernizm, insanı değişimin öznesi olmaktan çıkardı. Onu rastlantısal gelişmelerin kölesine çevirdi. Bilimin gelişmesini nesnel gerçeklikten koparmayı, her türden olguyu parçalamayı başa aldı. Parçaların bağımsızlığını savundu. Gelişmeyi, değişimi güçlendiren sistemleri; en başta Marksizm olmak üzere büyük anlatıları düşman ilan etti. Bütünsel sistemlerin baskıcı yöntemlere yol açtığını ilan eden, bütünlük “totality” kavramı ile “totalitarizmi” bilinçli bir şekilde karıştırarak yalan propagandasının kapısını ardına kadar açtı.
GERÇEĞİN POSTU YALANIN KENDİSİ
Postmodernizmin yandaşları son yıllarda artık kendilerini anlaşılmazlık sisinin arkasına saklamayı bıraktılar. Bunun birinci nedeni eleştirinin yoğunlaşması ise ikinci neden doğrudan saldırıyı kaçınılmaz saymalarıdır. Çünkü açıktan, bodoslamadan saldırmazlarsa tüm inandırıcılıklarını yitireceklerini biliyorlar. Bu saldırının adı “post truth”dur. Gerçek ötesinden söz ediyorlar artık. Aklın yerine algıyı ikame ettiklerinde tüm sorunu çözeceklerini düşünüyor olmalar ki olup biteni, çıplak ya da karmaşık gerçeği “sen nasıl algılıyorsan gerçek odur”a çeviriverdiler.
Postmodernizm konusunda aslında kapsamlı, eleştirel düşünceye sahip kimi yazarların bu “mucizevi buluş” karşısında yelkenleri suya indirmesi ise doğrusu hem bir anlamda gülünç ama öte yandan da düşündürücüdür. Açıkça yalanı ifade eden post truth’u gerçek sonrası ya da gerçek ötesini kabul edilebilir bir kılık içinde örneğin “hakikatin önemsizleşmesi” türünden kavramlaştırmalarla rehabilite etme çabasına destek çıkmış oldular.
Ama hayat Türkiye’de ve öteki ülkelerde o kadar haşin ve o kadar kıyıcı geçiyor ki nesnelliğin, nesnel gerçeğin gözlerden gizlenmesi, algıya dönüştürülmesi boşuna bir çaba. Şu sıralarda ölümcül bir salgının içinden geçerken bu somut olguyu, durumu algı ile açıklamaya kalkışmak, bunun için medyayı seferber etmek işe yaramıyor. Tamam öyledir. Somut gerçek kendini dayatıyor; ölüyoruz, salgın gizlenebilir olmaktan çıktı, tüm dünyada yüzbinlerce insan can verdi ama yine de yalanın görünenin arkasındaki gerçeği gizleme çabası tümüyle işlevsiz mi kaldı? Ne yazık ki değil.
Medyanın gizlediği, sıradanlaştırdığı en büyük gerçek; kapitalizmin bir milim bile eksilmeyen, tam tersine teknolojiyle daha da vahşileşen sömürüsü, çevreyi yok etmekteki mahareti, insan sağlığını her anlamda yok ederek geleceğimize saldırmasıdır. Kapitalist saldırganlığın başarıyla kullandığı araçlardan biri de medyadır. Medya; egemen siyasetin, patronların dilediği yalanları ustaca propaganda etmekte ve toplumsal anlamda her yere sızarak algıyı gerçekmiş gibi sunabilmektedir. Medyanın elinde “Bilgi, gerçekleri değil, gerçek olmamak görülmesi gerekenleri değerlendirmek için kullanılan bir kavram haline dönüşmüş haldedir. Bu anlamda ‘bilgi’ gerçekliği değil, görünmesi gereken ‘gerçekliği’ yani yalanları doğru haline getiren bilgi haline gelmekte ve bu bilgi medya kanallarıyla topluma dağıtılmaktadır.” (Yasemin G.İnceoğlu - Savaş Çoban; Pandemi Neoliberalizm Medya, sf.36.Ayrıntı Yayınları). Bu tabloyu Post truth hesabına yazmak zorundayız. Yine de algı ile gerçeklerin örtülmesine izin verilemez, bu gerçeğin yerine algının geçirilmesine boyun eğilemez. Öyleyse bu konuda gerçeklerin peşine düşenlerin algıcılarla mücadelesinden söz etmeden geçmeyelim. Aynı eserde Can Ertuna’nın “Sansasyon ve Komplodan Tedbir, Sansür, Resmiyete: Medya Pandemi Anlatısı” adlı çalışması “gerçekçilerle” virüsle mücadeleyi “gösterinin” egemen olduğu, her boydan “algıcıların” mücadelesinin kapsamlı bir dökümünü veriyor.
EĞİTENLER EĞİTİRKEN EĞİTİLİR
Marx 1842 Ocak ayında Rheinische Zeitung’ta Prusya sansürüne karşı yazdığı makalede “kamuoyu tarafından üretilen özgür basın aynı zamanda kamuoyunu üretir” diye yazmıştı (Daniel Bensaid, Mülksüzler sf.10. Dipnot Yayınları). Marx bu yaklaşımını Feuerbach üzerine tezlerde “eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini” söyleyerek geliştirecektir. Ertuna, Kanadalı iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ın, “araçların, insanların tüm eylem ve ilişkilerinin ölçek ve şeklini biçimlendirdiği” diye özetlenebilecek “araç iletidir” önermesinden, postmodernist filozof Baudrilllard’ın, dünyayı oluşturan her şeyin “tüketime hazır ürün, gösterge malzemesi muamelesi gören kültür” olduğu sonucunu çıkardığını aktarıyor (Age, sf.104). Bu postmodernizmin gerçekleri parçalama yönteminin doğal sonucudur. Araçların diyelim sosyal medyanın ya da TV kanallarının insanların fikirlerini etkilediği, biçimlendirdiği doğrudur ama Marx’ın “özgür basının da kamuoyu tarafından üretildiği” fikri de bütünün öteki parçasıdır. İnsan postmodern felsefede etkin bir özne olarak yer almadığı için ona gerçeği bir yana bırakmak, yalnızca algının peşinden gitmek kalmıştır. Öyleyse kapitalizmle mücadelenin onu alt etme savaşının önündeki engel gerçeği gizleyen, çarpıtan postmodern felsefe ve onun fiyakalı “mücahidi” post truth’tur.
♦♦♦
İnsanlar söylendiği gibi tarihlerini özgür iradeleriyle değil, seçemedikleri, verili geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar ama kendileri yaparlar. Yani tarihin öznesidirler. Bu olağanüstü saptamayı tersten okumak, “koşullar böyle ne yapalım, elden ne gelir” demek teslimiyettir. Yorumlamakla yetinmezsek, tarihin aktif eylemci özneleri olarak var oluruz. Bütün olup bitenlerin sorumlusu da yine tarihin eylemli özneleri olarak bizleriz. Kötüye gidişi durdurmak gerektiğinin bilinciyle kapitalizmin felsefi temellerini geçersiz kılmadıkça da ne sömürüyü ne de salgınları ortadan kaldırabiliriz.
Karşımızdaki en büyük düşman, post truth kılığında karşımıza çıkmış olan yalandır.