Başlıktaki ünlü sözü kimin, ne zaman, kime dediğini bilirsiniz. Yine de söyleyeyim: Kenan Evren. Bu sözün gölgesinde hükmettiği 12 Eylül yıllarında henüz çocuk yaşta olanları bile astılar. Sadece “beslemek-beslememek” değildi dertleri, astılar işte.

Biz, asılmayıp da beslenenler, şanslı mıydık? Şimdi “Besleyelim de parasını istemeyelim mi?” penceresinden bakarsanız şanlıydık galiba! Askeri cezaevlerinde yıllarca iaşe bedeli ödemeden asker karavanasından beslendik!

On gün kadar önce, Kocaeli 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu’ndan Tülin Soyhan imzalı “Görüldü” damgalı bir mektup ulaştı elime. Sağ üst köşede 10 Kasım ’23 / Kandıra tarihiyle.

Ben size hapishanede başıma gelen bir konuyu paylaşmak için yazıyorum” demiş ama konu sadece bir mahpusun “başına gelen bir olay” değil. Temel ihtiyaçlarını ancak ailelerinin, arkadaş ve dostlarının yardımı ile karşılayabilen on binlerce mahpusun sorunu.

… verilen iaşenin ödenmesi için tebligatlar alıyoruz. Annem dul maaşı ile geçimini sağlıyor, ben yetim maaşı alıyorum…. Bir de verilen yemeklerin ücreti isteniyor ki, yemekler piknik tipi kahvaltılıklar, pişmemiş hazır gıda şeklinde bir insanı doyurmayacak miktarda verilen ürünlerdir. İaşe bedelinin karşılığı bile değildir, verilen yarım tas çorba ile iki kaşık yoğurt. Yine bu konuda ailelerimiz tedirgin edilmekte. Hukuki olarak ilk olarak vasime tebligat gidecekken, bana gönderilip ödeme süresi geciktirilip faiz miktarına göz konulmaktadır. Hapishanede hiçbir işi olmayan bir insandan iaşe bedeli istemek düpedüz soygunculuktur. …Adli tutuklular tahliye edilince bunun ödemesini yapmak zorunda bırakılıyor, borç içinden borç içine sokuluyorlar” diyordu mektup.

Yarım tas çorba, iki kaşık yoğurt!

Bu bile pek çok mahpus için az şey değildir. Cezaevi denilen yer icat edildiğinden beri, içeridekilerin boğazından geçecek iki lokma, büyük çoğunluğu yoksul o insanların hayat damarıdır.

O damarı ne kadar sağlıklı tuttuğu da bir devletin çağdaş uygarlık düzeyinin ölçüsü!  

Linç (1967: 57) romanında, Kerim Korcan: “Cezaevinde kavgaların ana sebebi temelde kaynayan bir tencere hasretidir. Bin mahkûmdan ancak yüzü tencere kaynatabilir” der. Esir Şehrin Mahpusu’nda (1982:45), “Mahpus damına neden ‘Dar yer’ denilmiştir? Her şey parayladır da ondan…” yazan Kemal Tahir de Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri değişmeyen aynı cezaevi gerçeğine işaret eder.

Türkiye’de cezaevinde yatanların iaşe bedeli ödemesine dair yasanın tarihi 1934’tür: 30.06.1934 tarihli ve 2548 sayılı Cezaevleriyle Mahkeme Binaları İnşası Karşılığı Olarak Alınacak Harçlar ve Mahkûmlara Ödettirilecek Yiyecek Bedelleri Hakkında Kanun. Savaştan çıkmış perişan bir ülkenin o gün belki ihtiyaç duyduğu bir kanunun, bugün uzaya astronot göndermek ve savaş uçağı yapmakla övünen bir ülkede hala geçerli olmasının “çağdaş uygarlık” çerçevesinde bir açıklaması yoktur.

HDP’nin 10 Ekim 2022’de yürürlükten kaldırılması için teklif verdiği kanun ne yazık ki olduğu gibi duruyor. İaşe bedelleri yoksul ailelerden cebri icra yoluyla tahsil ediliyor, aile fertlerinden biri cezaevinde olan ve herhangi bir gelirden yoksun aileler borç yükü altında eziliyor. 2001 yılında yapılan değişiklikle yasaya eklenen “İş yurtlarında çalıştırılanlar ile ödeme gücü olmadığı anlaşılanlardan iaşe bedelleri alınmaz” hükmü uygulamada çoğu zaman işlemiyor.

Bir ülkenin çağdaş uygarlık düzeyini görmek için uzaya bakmak şart değil, cezaevlerine bakın yeter. Oradan görünen de “Asmayalım da besleyelim mi?”den “Besleyelim de parasını istemeyelim mi?” düzeyine çıktığımız oluyor!