Bugünlerde tam da böyle. Havaalanında bindiğim taksinin şoförü, “Nasıl gideceğiz bilmiyorum” diyor, “Oralardaki bir arkadaşla konuştum

Bugünlerde tam da böyle. Havaalanında bindiğim taksinin şoförü, “Nasıl gideceğiz bilmiyorum” diyor, “Oralardaki bir arkadaşla konuştum. Otelinizin olduğu cadde kapalıymış. Malum grevler var, şimdi o cadde boyunca yürüyüş yapıyorlar.”
“Yine de şanslıyım” diyorum, sohbet açıp hem bir şeyler öğreneyim hem de buraları iyi bildiğimi gösterip grev bahanesiyle fazladan dolaştırmasına engel olayım diye; “Dün gelseydim taksi de bulamayacaktım. Sizde grevdeymişsiniz.”
“Öyle” diyor, “Herkes grevde, ama ne sonuç çıkacak bilmiyorum. Ekonomik durum kötü. Hükümet sıkıştı. Papandreu bunca sorunu kucağında bulacağını bilseydi, hükümet olmak da istemezdi. Ama altından kalkabilirse, kahraman olur.”
Muhabbet işe yarıyor, Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Yönetim Kurulu toplantısı için havaalanından aynı otele gelen meslektaşlarımdan 10 Euro daha az ödüyorum taksiye. Üstelik göstericilerin epey uzağında bir sokağın ucunda bekleyen polislere rica edip iyice yaklaştırıyor beni otele.
Cadde gerçekten kapalı. Akşam karanlığında sloganlarla bir insan seli akıyor parlamento binasının önünden Omonia meydanına giden ana caddede. Durup biraz seyrediyorum. Yunan Komünist Partisi (KKE) taraftarları geçiyor. Sonra alfabeleri yüzünden adlarını okuyamadığım gruplar, sendikalar, partiler…
Ellerinde yıldız içinde yumruk olan bir sembol taşıyan posterler olan gruba takılıyor gözüm. Yumruğun yeri değişik olsa da, gözüm ısırıyor bizim memleketten esinlenilmiş gibi duran sembolü. Aralarına katılıp yürüyorum biraz, nasıl olsa otel de aynı istikamette.
Dört gün boyunca her gün, sabah akşam, kalabalıklar, sloganlar akıyor otelin önünden. Otel de, hani bizim Taksim ya da Kızılay gibi merkezi bir yerde. Pazar günü dönecekler telaşlanıyor: “Pazar günü de böyle mi olacak? Metro, otobüs çalışır mı?” Yunan meslektaşlar gülüyor; “Merak etmeyin. Pazar tatil günüdür. Tatilde eylem olmaz. Pazartesi başlar yeniden.”
“Değerli Konuğumuz,
Yunan Otel Çalışanları Derneği’nin (bize de son anda dün gece bildirdikleri) beklenmedik 24 saatlik grevleri nedeniyle, temizlik personelimizin de aktif katılımı yüzünden odalarınızı temizleyemediğimizi bildirmekten üzüntü duyuyoruz.
Bu rahatsızlıktan dolayı içten özür diler, anlayışınızı bekleriz.
Otel İdaresi”
Kapımın altından atılan zarfı açtığımda bu notla karşılaşıyorum. Oda birden çok daha sempatik görünüyor gözüme.
Tıpkı Atina’nın gurur duyduğu yeni ve modern Akropol Müzesi müdürü gibi. Akropol’ün tarihini anlatırken tapınağın kaç kez yakılıp yıkılıp yerle bir edildiğini, tekrar üstüne yenisinin yapıldığını, işgalci “barbarlar”dan korumak için Atinalıların en değerli sanat eserlerini, mermer yontuları topağa gömdüklerini, o eserlerin kimisinin 2000-2500 yıl sonra çıkarıldığını söyleyen Müdür Bey’e, “Ya Türkler, onlar da tahrip etmedi mi Akropol’ü?” diye, biraz da bana takılmak için soruyor İngiliz meslektaş. “Hayır” diyor Müdür, “Türkler saygılı davrandılar, orayı Sokrates’in evi saydılar.” “Şiştin mi?” diyor Macar arkadaş, “Her şeyi Türklerden bilmeye ne kadar alışmıştık değil mi?”
Toplantılar biter bitmez kendimi sokaklara atıyorum. İnanılır gibi değil; Atina’nın en büyük caddelerinden Eleftheriau Venizelou tam dört gündür kesik. Çöp kutularıyla kurulan barikatın başında gece gündüz bekleyen bir grup var. Dört gündür ana caddeye barikat kuranlara müdahale eden bir tek polis de yok, trafiğe yandaki yoldan by-pass yaptıranı saymazsak.
Aralarına dalıp, 45’inde görünen Hristo’ya yaklaşıyorum. Kapısına bir pankart asılı olan binayı da göstererek anlatıyor: “Burası Yunan Genel Ekonomik Hizmetler Dairesi. 30 sendikacı arkadaşımız içerde, binayı işgal etti. Biz de yolu kestik bekliyoruz. Olimpik Havayolları’nın 4.000 çalışanının işlerine son verildi. Emekli edildiler. Biz onlarız. İşe geri dönene kadar da buradan ayrılmayacağız.”
“Ana cadde, polis...” diyecek oluyorum. Gülümseyerek, “Burası Yunanistan” diyor, “Sizde zor tabii. Ama şimdi uluslararası dayanışma gerek. Hepimize kolay gelsin!”