Festivaller mevsiminin başlamasıyla beyazperdeye yansıyan filmler içinde adaletsiz bir dünyada adaleti arayan sinemacılar da var, kendi küçük dünyalarının çıkmaz sokaklarında dolaşanlar da.

Ayı var mı, yok mu?
Fotoğraf: IMDb

Bir filmin çekim süreci çerçevesinde, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına dikkat çeken Jafar (Cafer diye okuyabiliriz) Panahi’nin son filmi “Ayı Yok”la başlayalım. Altı ay hapis yattıktan sonra kefaletle serbest kalan, bir süre evinden dışarı çıkması, film çekmesi yasaklanan günümüz İran sinemasının önemli yönetmenlerinden Panahi, belgeselle kurmaca arasındaki sınırları ortadan kaldıran bir biçemle ülkesinin sorunlarına ışık tutuyor. İfade özgürlüğünün sınırlarını giderek daraltan ülkelerden birinde mesleğini icra etmeye devam eden Panahi’nin cesaretine hayran kalmamak mümkün değil.

Türkiye’de çektiği yeni filmini uzaktan yöneten Cafer Panahi filmde kendisini canlandırıyor. ‘Devrim Muhafızları’nın sıkı takibinden kurtulmak için İran-Türkiye sınırında çekim mekanına yakın bir köyde ev tutan yönetmen, internet aracılığı ile çekim ekibi ile ilişki kurarken; bir yandan da sevdalı iki gencin birbirine kavuşmasını engelleyen katı geleneklere karşı durmaya çalışıyor. Panahi’nin öz-biçim tutarlılığına, yalın anlatımına yabancı değilsek de, bu filminde ele aldığı farklı temaları (ifade özgürlüğü, Avrupa’ya iltica etmek için çabalayan genç kuşak, aşkı olanaksız kılan gelenekler) kaynaştırma ustalığına şapka çıkarıyoruz.

Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde gösterim sonrası gerçekleşen söyleşide film devam ediyordu sanki… Film ekibi adına bir kişi, İran’daki durum hakkında bir durum değerlendirmesi yaptı. Panahi’nin yurt dışına çıkma yasağının kalktığını ama bazı sinemacıların halen hapiste olduğunu, bazılarının ise çekim yasaklarına maruz kaldığını (yakınlarda 30 oyuncuya yasak geldiğini) söylerken, telefonu çaldı; karşısında Panahi vardı. Panahi, yanında Mohamed Rasoulof ve daha pek çok sinemacıyla birlikte cezaevinin kapısında olduklarını, bir gün önce gözaltına alınan oyuncu Maryam Bobani ve diğer sinemacıların serbest bırakılmasını sağlamak üzere bir protesto gösterisine katıldıklarını anlatıyordu. Gözaltıların nedeni Mahsa Amini’nin ölüm yıldönümündeki protestolara destek vermeleriydi. Canlı bir bağlantıyla İran’daki duruma tanıklık etmek heyecan vericiydi.

Diyeceksiniz ki, Panahi’nin anlattığı öyküyü anladık da, ayı bunun neresinde. Köylülerden biri yönetmene “gece sokakta yalnız başına yürüme, ayı var” diyor. Bir süre sonra, gerçeği öğreniyoruz, insanlar sokaklara çıkmasın diye böyle bir şey uydurulmuş. Tabi ki, aslında ayı falan yokmuş… Ayı söylentisini kim çıkartmış olabilir peki? İnsanların sokakta olmasını istemeyen ‘rejim’ olabilir mi? Bana kalırsa bal gibi de ayı var! Ayı’nın adını da siz koyuverin…

Cafer PANAHİ

GÜZEL GÜNLER GELİR Mİ?

Korku iklimi ile bireyleri kontrol altında tutmaya çalışanlara karşı direnen, gelecek güzel günlerin özlemi ile yanıp tutuşan sinemacılar yalnızca İran’da yok elbette. Daha dün Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden gelen haberle sarsıldık. Nejla Demirci’nin ülkemizdeki hukuksuz uygulamaları yansıtan belgeseli “Kanun Hükmü”nün festival seçkisinden çıkartıldığını duyunca şaşırmadık çünkü biliyoruz, ‘ayı’ var! Sansürün gerekçesi, “yargıya intikal etmiş bir konuda yargılama sürecini ve tarafsızlığını etkilememek”miş. Festival yönetimi bilmez mi, sanatçıdan ülkedeki ve dünyadaki hukuksuzluklara sessiz kalmasının talep edilemeyeceğini; sanatçının eleştiri hakkının elinden alınmasının ‘İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu… Ama, ‘emir demiri keser’ demişler. 

“Güzel Günler”, Cannes’da kaçırıp, Ayvalık’da izlediğim bir film. İki farklı temayı, İtalyan Komünist Partisi’nin tarih içindeki serüvenini ve günümüz sinemasının içler acısı halini, buluşturan ve bunu didaktik bir anlatım yerine renkli, keyifli bir biçemle sunan Nanni Moretti’nin son filmini Cannes jürisi görmezlikten gelmişti, tıpkı Ken Loach’un başına geldiği gibi… Panahi’nin yaptığı gibi Moretti de bu filmde yönetmen rolünü üstlenmiş. Yönetmen, 1956 yılında Macaristan’daki özgürlükçü Imre Nagy yönetimini deviren Sovyetler Birliği’nin emperyalist politikalarına karşı çıkan, İtalyan Komünist Partisi’ni etkileyerek Parti’nin Sovyet çizgisinden ayrılmasını sağlayan aydınların öyküsünü anlatmak istiyor. Sinema yapmanın koşullarının iyice ağırlaştığı günümüzde, sinema endüstrisinin para kazanma hırsının tetiklediği popülist eğilimlerine ayak direyen yönetmen, her şeye rağmen ‘güzel günler’in geleceğine inancını kaybetmiyor.    

AYVALIK’TAN ADANA’YA

Art arda iki festivalde, birbirinden güzel filmler izledik. Avrupa ve Latin Amerika sinemalarının son yıl içinde gerçekleştirdiği önemli filmler, iki festivalin seçkileri aracılığı ile seyirciyle buluştu. Yakında sinemalarda/platformlarda izleyeceğimiz bu filmlerden birkaçına daha değinmek isterim. Seyirciden söz etmişken, iki festivalde de seyirci ilgisinin çok iyi olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. Bilgili ve deneyimli bir kadro tarafından düzenlendiği belli olan Ayvalık’tan Adana’ya geldiğimizde  koordinasyon sorunları yaşayan bir festivalle karşılaştık. Tüm gösterimlerin aynı yerde, 01 Burda adlı AVM’nin Cinema Pink salonlarında yapılması olumluydu. Ama geçen yılki uyarılarımıza karşın Ulusal Yarışma’nın yer aldığı PGM salonu dışındaki salonların gösterimlerinde projeksiyonlar karanlıktı. PGM salonu için festival yönetimince DCP aygıtı kiralandığı için projeksiyon kalitesi çok iyiydi, ama bu sefer de ses çok kötüydü. Kimi yerli filmleri anlayabilmek için İngilizce altyazılardan takip etme zorunluğu doğuyordu… Umarım seneye bu eksikler giderilir.

Ayvalık’ın tek ödülü “Yeni Bir…”i senaryosu ile kazanan “Sanki Her Şey Biraz Felaket” ve Altın Koza’nın Ulusal Yarışma seçkisindeki yapımlardan söz etmeyi haftaya bırakarak, İki festivalde de göz dolduran yabancı filmlere değinmek istiyorum. Ayvalık’ta izlediklerim arasında, bu yıl Cannes’da En İyi Belgesel seçilen, Tunuslu kadın yönetmen Kouther Ben Hania’nın “Dört Kız Kardeş” (Olfa’nın Kızları) filminden Cannes sonrası yazdığım yazıda söz etmiştim. Ürdünlü yönetmen Amjad Al Rasheed’in “İnşallah Erkek Olur”u da Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ikinci sınıf insan muamelesi gören kadınların sorunlarını dile getiren bir başka yapım.

AVRUPA’DAN LATİN AMERİKA’YA ADALET ARAYIŞI

2022 Saraybosna Film Festivali’nde En İyi Film seçilen Hırvat yapımı “Güvenli Bir Yer” Ayvalık’ın ilgi çeken yapımlarından biriydi. Yönetmen Juraj Lerotic, otobiyografik yanı ağır basan bir öyküyü, ruhsal çöküntü içinde intihara sürüklenen ağabeyinin öyküsünü etkileyici bir dille anlatıyor. Fransız sinemasından iki önemli örnek de iki festivalde Türkiye prömiyerlerini yaptı. Ayvalık’ta “Şeflerin Aşkı”, Adana’da “Bir Düşüşün Anatomisi”… Fransa’nın, Oscar’larda En İyi Uluslararası Film kategorisi için göstereceği adayın bu iki filmden biri olacağı beklentisi vardı. Konu Fransız eleştirmenlerini uzun süre meşgul ettikten sonra, kazanan “Şeflerin Aşkı” oldu. Vietnam asıllı Fransız yönetmen Tran Anh Hung’un yeni filmi gastronomi meraklıları ve gurmeler için kaçırılmayacak bir yapım. Başrolde Juliet Binoche’un olduğunu eklemeden geçmeyeyim. Adana’nın ‘Dünya Sineması’ seçkisinde gösterilen Justine Triet’nin “Bir Düşüşün Anatomisi” ise, bu yıl Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanmıştı. Büyük bölümü duruşma sahnelerinde geçen film, bir karı-koca ilişkisinin psikolojik ayrıntılarına eğilirken, adalet’in kırılgan yapısı üzerine bir tartışma açıyor. Sandra Hüller, filmdeki olağanüstü yorumu ile Cannes’da Merve Dizdar’ın en büyük rakibi idi. “Kuru Otlar Üstüne”yi izledikten sonra yazdığım yazıda Dizdar’ı ödülün favorisi olarak belirtmiştim, Jüri beni yanıltmadı.

Ayvalık ve Adana programlarında yer alan Finli usta Aki Kaurismaki’nin “Sararmış Yaprakları” hiç kuşkusuz yılın en iyilerinden biri (Nitekim FIPRESCI’nin dünya eleştirmenleri arasında yaptığı anket sonucu yılın en iyisi seçildi). Avrupa Sinemalarından başka filmler de vardı dikkate değen, iki festivalde. Alman sinemasından Christian Petzold’ün “Kızıl Gökyüzü” ve Almanya’nın 2024 Oscar aday adayı olarak onunla yarışan ve ipi göğüsleyen İlker Çatak’in “Öğretmenler Odası”, Ayvalık programında yer alan Britanya Sinemasının ustalarından Stephen Frears’ın “Kayıp Kral”ı, Adana programındaki Tony Palmer’ın “Tanıklık”ı ve iki festivalin de farklı filmlerle (“Nefret” ve “Serseri Aşıklar”) andığı Jean-Luc Godard… Latin Amerikan sinemalarından da önemli filmler izledik: Şilili yönetmen Felipe Galvez’in “Sömürgeciler”(Los Colonos), Rodrigo Moreno’nun Arjantin-Brezilya ortak yapımı “Kabahatliler”, Şilili Pablo Larrain’in “Neruda”. Meksika-Salvador’lu Tatiana Huezo’nun”Yankılar”ı… Suriye, İran, Japonya, Çin gibi Doğu ülkeleri sinemalarını da ihmal etmeyen Adana Altın Koza Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümündeki filmlerden ve jüri kararlarından da haftaya söz ederiz.