İnsanlar, yalnızca Ankara’dan Kılıçdaroğlu’yla birlikte değil, başka yörelerden de kalkıp İstanbul’a doğru yürüyedursunlar, bir babalar gününde yüzlerce “baba kuzu”su perişan oldu.

Vatan savunmasına, sınır boylarına, hatta bazen doğrudan ölüme gönderirken “Mehmetçik” diyoruz ya, en büyüğü yirmili yaşların başında çocuklar onlar. Sadece “ana kuzusu” değil, “baba kuzuları” aynı zamanda.

Bir aydan kısa bir süre içinde, Manisa’da, tam dördüncü kez yaşanan zehirlenme olayında binlerce “kuzu” hastanelik oldu. 23 Mayıs’taki ilk olayda hastanelik olan 1000’den fazla “kuzu”dan biri - ki anaları “kınalı kuzum” diye sever onları, asker ocağına gönderirken kına yaktıklarından ellerine - “şehit” oldu.

Şehit; bir çatışmada ya da düşmanla savaşta vurulduğu için değil, bayramda seyranda devlet büyüklerinin de kameralar karşısında onlarla birlikte kaşık sallayıp reklam yaptıkları karavanadan yedikleri için!

Adalet için yürüyor ya insanlar şimdi; yağmurda, çamurda, güneşte, 1000 kuzunun zehirlendiği, birinin de “şehit” olduğu 23 Mayıs’tan sonra ne yapmış yetkililer adalet için?

Dünyanın herhangi bir yerinde, demokrasiden bir nebze nasiplenilmişse, böyle bir olayın ardından, aynı yerde tam dördüncü kez binlerce askerin zehirlenmesinin sorumluluğunu alan bir yönetici olurdu mutlaka.

Doğu’da, Japonya’da, birileri çoktan harakiri yapmıştı. Batı’da, herhangi bir demokraside, savunma bakanı birkaç kez istifa etmişti çoktan.

Bizde sorumsuzluk en önemli özelliği oldu sorumluluk mevkiindekilerin. İster madende yüzlerce işçi ölsün, isterse kışlada binlerce asker zehirlensin, kimsenin aklına istifa gelmiyor!

Akşam gazetesi, sorumlular adına bir sorumluya işaret etti dün: “Karavanadaki FETÖ zehiri mi?” manşetiyle. Soru işareti fazla aslında, ne varsa iktidarın sorumluluk alanında sar sırtına “FETÖ”nün, kurtul sorumluluktan.
Sorumluluktan kurtulurken “FETÖ”ye de en büyük kıyağı yap, her şeyi onun çuvalına doldurup soruşturulmasını kördüğüm ederek.

12 Eylül sonrası Mamak’ta en ağır koşullarda “uzun dönem“askerlik” yaptıktan sonra, oradan terhis olan bir grup arkadaş üstüne Burdur’da da “kısa dönem” askerlik yapmıştık, memleketin değişik yörelerinden, bizimkinden bambaşka hayatlardan gelen binlerce “bedelli” ile birlikte.

Biz “kuzu”luğu kalmamış ileri yaşta adamlardık ve aramızdan bazıları önceki hayatlarının şımarıklığı ile mutfakta patates soğan soymaya isyan edince, devreye soktukları torpille o iş de saatlerce nöbet tutan “kuzu”lara kalmıştı.

Bu kez “Mamak terhis” bizler isyan etmiştik; saatlerce nöbet tutan yoksul kuzuların bir de bizim patates soğanımızı soyması adalet değil diye!

Zamanla buna bulunan çözüm asker karavanasının da özelleştirilmesi oldu! Güya yücelterek Mehmetçiği, patates soğan soymaktan kurtararak onu, karavanayı da özel şirketlere bıraktılar!

Bir emekli komutan sormuştu dün; “Askerin yemeğini savaşta da şirket mi getirecek?” diye… Öyle bir yola girdi ki memleket, öyle iman etti ki iktidarlar Özal’dan bu yana, özelleştirerek güzelleştireceklerine memleketi, asker ve ordu da özelleşecek yavaş yavaş. Şirket gibi yönetilen memleket şirketleşirken, ordu da şirket olacak!

Babam bana hiç “kuzu” dedi mi, bilmiyorum. Torunlarına dedi ama… Coştuğu zamanlarda da “koçum” derdi. Göçtü gitti bu dünyadan. Ardında kendisiyle gurur duyan çocuklar bırakarak. Şimdi, biri Manisa’da zehirlenen kuzulardan epey büyük, biri onların yaşına gelmemiş iki oğlum var benim.

Onlar “babalar günü”mü kutlarken benim, bir tek şey istedim: Tıpkı ilkokul öğretmeni Alaettin Hoca’dan bana kalan en önemli şeyin “gurur” olduğu gibi, benim de onlara bıraktığım en önemli şey gurur olsun!
Ne bir tek kuzu zehirlensin karavanadan, ne bir tek kuzu “şehit” olsun çözmeyi beceremediğimiz meselelerden ötürü, ne açlık grevini tek çare görsün işlerinden olan kuzular, ne de adalet ve özgürlük aramak için uzun yürüyüşlere mecbur kalsın çocuklarımız!

Baba kuzuları babalarının çektiklerini çekmesinler diye, dizlerimizin son dermanına kadar yürümeye değer!