Google Play Store
App Store

Jean-Luc Nancy’yi, yakın bir zaman evvel, 23 Ağustos’ta kaybettik. Bir felsefeci olarak dünyanın anlamı ve dünyadaki varoluşumuz üzerine ufuk açıcı yazılar, kitaplar kaleme almıştı. Kitaplarının bazıları Türkçeye de çevrilmişti. Pandemi döneminde de yazdıkları oldukça ses getirmiş, Agamben’le girdiği polemik gündem olmuştu.

Jean-Luc Nancy’nin ‘European Journal of Psychoanalysis’ dergisindeki son yazılarından birisi ‘baba’ üzerineydi. Toplumun her an dağılma ve ayrışma tehditi altındayken nasıl ortak hareket edebildiği üzerinde duruyordu yazısında. Babaya duyulan özlemi, çeşitli biçimlerde görebiliyorduk, ama bu özlemin dinamiği neydi? Freud’un topluluk ve birey ilişkisi üzerine yazdıklarına bakarak bireylerin nasıl birlikte bir şeyler yapabildiğini anlamaya çalışıyordu yazısında.

Bireyler bir nesneyle özdeşleşerek mi bir topluluk oluştururlar, yoksa egoları benzer göründüğü için mi ilişkisellik içinde özdeşlik kurarak bir arada olurlar? Beatrice Beebe ve Frank M. Lachmann’ın ‘The Origins of Attachment’ kitabında bebekler üzerine yapılan bir çalışmadan bahsediliyordu. Bir bebek, doğduktan tam 42 dakika sonra, etkileşimde olduğu kişiyi taklit etmeye başlıyordu. Buradaki 42 dakikanın gizemi bir yana, ilişkisel varlıklar olduğumuza dair öyle çok deney ve çalışma var ki. Freud’un ve Jean-Luc Nancy’nin altını çizdiği gibi, her birey, mutlaka başkalarından kendisine bir şey katarak kendi bireyselliğini oluşturur, tıpkı doğduktan 42 dakika sonra karşısındakini taklit etmeye başlayan bebekler gibi.

Jean-Luc Nancy, baba katlinden, mitolojiden, Aristo’dan, Derrida’dan, Lacan’dan ve Freud’un seçtiği Almanca terimlerin kökeninden ve yazdıklarından yola çıkarak tartışıyor bu meseleyi yazısında. Yazara göre anne demek, dünyaya gelmek demektir; anne dünyanın kendisidir, dünyadan ayrı düşünülemez. Dünyayı sevebilir ya da reddedebiliriz. Ama dünyaya gelmek, aynı zamanda tüm belirsizliğiyle dünyanın kendisi olmamak demektir. Dünyadan ayrı olmasaydık, dünyaya gelemezdik. Zaten kritik nokta da bu. Baba ise ‘dış dünya’yı temsil eder, bağımsızlığı, özerk olma olasılığını… ‘Baba’dan bu yüzden nefret edilir, dünyadan ve anneden ayırdığı için, ayıran ya da ayrılmayı arzulayan bir ego ideali olarak. Babaya duyulan özlem de, ego idealine duyulan özlemi yansıtır. Yazara göre anne ve baba iç içe geçer çocukta, dünyada olmanın ve dünyadan ayrışmanın sevgisi ve nefretiyle birlikte.

Jean-Luc Nancy, sese, dile ve şiire getiriyor sözü yazısında ve Kant’ın “Din, tüm şiirlerin en eskisidir” diyerek, baba özleminin insanın dünyadaki anlamını aramayla ilişkisini ortaya koyuyor. Burada ‘din’den bahsederken, bir inanç olarak değil, kolektif beden aracılığıyla herkese ait bir sesin çağrılması ve duyulması olarak bahsediyor, tıpkı gerçek bir şiirin insanlar üzerinde yarattığı o büyülü etkisi gibi. İşte o sesin kaybını yaşıyor bugün dünya. Jean-Luc Nancy, babaya özlemini, insanın dünyaya ve dünyada yaşayanlara özlemi olarak tanımlıyor yazısının sonunda. Çünkü efsanesini kaybetmiş ve bulamayan bir kabile gibiyiz artık dünyada. Dünyanın salt bir bağlantı haline geldiği ve içindeki her şeyin bu efsane ve şiir olmaksızın çürümeye terk edildiği... Yazının bir yerinde, bu özlemin, faşizmin de temelini oluşturduğunu, ama şiirden farklı olarak, tek bir sesin, ister ulusal-ırksal, ister tekno-küresel olsun, yapay olarak üretilip izole edilmiş bireyleri tek bir özneymiş gibi ele aldığını söylüyor. Sosyal medyanın ilk zamanlarında, bireyselliği destekleyen, herkesin dilediğince fikrini paylaştığı bir platform iken, zamanla nasıl tek sesin dayatıldığı ve linç alanı haline geldiğine tanık olmamız gibi. Tekno-küresel faşizm, ulusal-ırksal-dinsel faşizmlerle iç içe geçmiş bir halde… Dünyanın yapay değil doğal bir biçimde kendi sesine ve şiirine kavuşacağı o günlerin özlemiyle…