Şili’lileri gördün mü, nasıl dans ediyorlar, unutmamışlar Venseremos söylemeyi hâlâ, ya şu taraftan gelenler. Bunlar da kimler böyle? “Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan bizi nasıl kurtarır, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır” diye ellerinde bayraklarla yürüyen bu kadınlı erkekli kalabalık da nereden çıktı?

Barbarlara karşı insanın rüyası

Bir rüya gördüm; krallar, kraliçeler, tanrılar, zamanlar birbirine girmişti, ama hayal mi, rüya mı, kâbus mu bilemedim. “Hep bağırdın bu gece,” dedi sevgili eşim, “ne gördünse rüyanda.” Emperyalistler binmişler zaman makinesine, tarihin derinliklerinde yaşayan o güzelim tanrılar, tanrıçalar arasına da sızmışlardı diye başladım anlatmaya. Bu takım elbiseli, VIP heriflerin, ukala adamların, seçilmemiş seçkinlerin, her türden kötülükle, tanrıça Hades’le ortak olduklarını bilir miydin? Ben bilmezdim, kuşkulanırdım, ama artık öğrendim. Şimdi bütün maceralarını, stratejilerini, taktiklerini biliyorum artık. Bilmeli, yoksa günün birinde hani iyice rotadan çıktıkları, kendi kendilerini yemeye başladıkları zaman... 

Başladım anlatmaya. 

Aslında iyi kalpli, biraz çapkın, biraz otorite düşkünü Zeus’tan ateşi çalıp insanlara armağan eden kimdi? İşte insanları donmaktan kurtaran, doğanın dengesini bozmadan avladıkları hayvanların etlerini pişirmelerini sağlayan, hayvanların da yine doğanın dengesi içinde homosapiens avladıklarını gören duyan, hiç et yemez hayvanların da yaşadığını öğrenen Prometheus yalnız değilmiş meğer. 

Güzeller güzeli Demeter 

Yalnız değilmiş, güzeller güzeli Tanrıça Demeter de girdi rüyama. O güzel tanrıçayı, resimlerinde, heykellerinde görmüşsündür; kucağında bir demet buğday taşır, dekoltesi derin, bir memesi de açıktadır; hemen aklına başka şeyler gelmesin ya da gelsin, çünkü o da berekettir; işte o buğday demetiyle Demeter’in tüm dünyayı beslediği, toprağın altında bekleyen tüm bitkileri canlandırdığı söylenir. Öyledir, toprak hepimize yetmez miydi, yeterdi. Aslında bitkilerin ağaçların damarlarında dolaşan özsuların akışını, kulağınızı dayasanız duyarsınız; eğer iyi bir insansanız, emperyalistlerin yardakçısı, işbirlikçisi, kuklası değilseniz şarkılarını da duyarsınız doğanın. 

İşte o şarkıları ağaçlarla hayat bulan, iç içe yaşayan Driyad denilen güzel peri kızları söylüyorlardı. Öyle güzeldi ki sesleri, çoktan uyanıp ayağa kalkmış mağaraları resimlerle süslemeye girişmiş Homoerektus onlara özenip şarkılar söylemeye başlamıştı. Ama kötülüğün gücü artıp, “o benim, şu da benim, öteki zaten benimdi” zamanları gelince, ağaçlara balta inmeye, dallar kırılmaya, hızarlar çalışmaya başlayınca Driyadlar, Demeter’i çağırmaktan başka çare bulamadılar. 

Ne güzel ne hüzünlü bir şarkıydı Driyadların şarkısı. 

Demeter de işte o sırada, Kızılderili kıyımının General Custer’ın, siyah kölelerin efendisinin, Nazilerin Führer’inin, Pentagon’un Biden’ının, “yerle bir edeceğim bu Gazze’yi” diye celallenen Netanyahu’nun, yani yeni ortaçağın Hades’lerinin yeraltı dünyasına kapattığı güzel kızı Persefone’nin acısıyla perişan, umutsuz, yüreğini susturmak için geziniyordu. 

Rüyadaki adı artık demokrasi olan güzel kızını, gerçekleri yazan gazetecileri, itirafçıların itiraflarını yazan cesur vakanüvisleri nasıl kurtaracağını düşünüyordu ormanın alacakaranlığında. Tam o sırada imdat çığlıklarını duydu Driyadların. 

Kimdir ağaçları kesen, kim bu nursuz yüzünü hırs bürümüş pis kapitalist? O astığı astık, kestiği kestik görgüsüz bir burjuva kraldır. O zamanlarda adı Erisihton’du, Ne kadar zulüm görse de hâlâ tazeliğini koruyan şu bizim Arz’ımızda, Erde’mizde, parçalanmış toprağımızda, paylaşamadığımız Terra’mızda işler uzun süre kötüye gitti; yakıp yıkıldı ormanlar, beton diye bir şey icat edip toprağı nefes alamaz hale getirdiler, nihayet Demeter son bir gayretle dikildi önüne Erisihton’un. Hitler’in, Franco’nun, Mussolini’nin, ya da şimdi suret-i haktan görünenlerin. Bakıyorum ben de rüyanın en derin yerinde, bu savaş durdurulabilecek mi diye. 

Doymaz Kralın kaderi 

Ne yapsın Demeter, Erisihton’un önüne güzeller güzeli Demeter gibi çıkmadı, güçten düşmüş, ihtiyar bir kocakarı kılığında gördü onu zalim kral. Demeter de onu zamanımızın Ortadoğu’sunu, Afrika’sını, Asya’sını talan etmiş, yoksulları sömürdükçe kendisi şişmiş bir “komprador”, sınırları belirsiz eşkıya bir devletin başkanı olarak gördü. 

“Buralar da artık benim,” diyordu kibirli kral, “Tanıştırayım sana kocakarı, bu efendi ağa üç beş densizin dışında tüm Newspaperlarımın sahibidir; öteki şu köşede bıçağını bileyen de, din alıp satar cihatçı deriz biz ona; şu köşede kendi kendine konuşup duran, burnu büyük ukala da benim ekselans diye seslendiğim düdüktür, afrasına tafrasına bakma elindeki benim düdüğümdür. Yan tarafta cebini kurcalayan da benim en iyi üstencim, hatırlı konuğumdur; hep birlikte yiyip içeceğiz, en iyi meyveler, en iyi şaraplar, en kalite biralar su gibi akacak, gel sen de şu köşede bir yer bul kendine, sana da bir servis açsınlar.” 

“Yok,” dedi kocakarı kılığındaki Demeter, “ben gideyim, sen de kendine dikkat et, pek iyi görmedim, çaptan düşmüşsün, göbek almış başını gitmiş, şurada duran senin sümsük muhasebecin değil mi, ona bir sor iyiye gitmiyor senin işler, ye iç ama dikkat et, buralarda görür gibi oldum açlık tanrıçası Fames’i, yoksullarla eğlenmeyi bırakıp bu tarafa doğru gelirse vay senin haline” dedi. Kocakarı kılığından çıkıp o güzel Demeter oluverdi ansızın. Şaşkın şaşkın bakan Erisihton, “aman tez yakalayın” diye bağırıp çağırdıysa da çoktan kayıplara karışmıştı Demeter. 

“Aman, bırakın giderse gitsin” dedi Erisihton,”haydi oturun dostlarım, bu ormanı da tamam edelim, paylaşalım, aslan payını alayım, vadedilmiş ülkemi genişletebildiğim kadar genişleteyim, savaş tanrısını hizmetime, kadim dostlarımı yanıma alayım” diye kahkahası bol bir nutuk attı. Ama Açlık Tanrıçası Fames de Demeter’le anlaştığı üzere usulca sokuldu sofraya; tabaklara, içki kadehlerine kaşla göz arasında açlık tozunu serpiştiriverdi. 

Aç kral kendini yer 

Gerçeğin kapılarını açan, algıya boyun eğmeyen rüyanın diliyle konuşalım; doydukça yediler, yedikçe doyamadılar, sonunda mide fesadı denilir yapısal bir bozukluk yayıldı. Ormanın Wallstreet taraflarında; kâr oranlarında düşme eğilimi belirdi. 

Sonunda yerken, içerken bitmeyecekmiş gibi görünen otlakların, ormanın kaynakları tükenince sağa sola saldırmaları kader oldu. “Sonunda hiçbir şeyle doymaz olan aç kral ülkenin en büyük meydanında bağıra bağıra halktan gene yiyecek içecek dilenirken, açlık duygusu öylesine ağır bastı ki artık dayanamayıp kendini yemeye başladı. Ne var ki kralın bu doymazlık illeti, bulaşıcı bir hastalık olarak kendinden sonraki krallara bulaştı.” 

Tamam Hocam, kusura bakma, senin hikâyeyi biraz berbat etmiş olabilirim, (Yaşar Atan, Akdeniz Mitologyasından Efsaneler, Evrensel Basım Yayın. s. 328-331) ama siz de bilirsiniz rüyalarda mantık aranmaz, kendi mantıkları vardır onların. Tanrılar tanrıçalar, bulutların üstünden yere inince böyle oluyor; yine de hikâye aynı hikâyedir, rüya aynı rüyadır. 

Peki köşeden elinde meşaleyle gelen Prometheus değil mi? Arkadan gelenler de Spartaküs’ün köleler ordusu mu? İşte bak orman ahalisi de Bella Çav söyleye söyleye geliyor. Şili’lileri gördün mü, nasıl dans ediyorlar, unutmamışlar Venseremos söylemeyi hâlâ, ya şu taraftan gelenler. Bunlar da kimler böyle? “Tanrı, paşa, bey, ağa, sultan bizi nasıl kurtarır, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır” diye ellerinde bayraklarla yürüyen bu kadınlı erkekli kalabalık da nereden çıktı? 

Sahi kim bunlar, Hamas’ı cezalandırıyoruz diye çocukları kadınları sivilleri bombalarla öldüren barbarlarla, açlığa susuzluğa mahkûm edenlerle derdi davası olanlar mı? 

*** 

“Hadi yat sabah olmadı daha, benim de uykumu kaçırdın, ne gelen var ne giden” dedi karım. “Gelir gelecek olan, gider gitmesi gereken önünde sonunda, günün birinde” dedim ben de. 

Ama uyku tutmadı ondan sonra… Sahi siz uyuyabiliyor musunuz?