Amerikalı bir antropolog bana, asla kurmaca eser okuyamadığını söylemişti. Nedenini sorunca, “Uydurmalar çünkü” demişti, “gerçek değil…” Gerçekte her birimiz bir kurmacanın içinde yaşamıyor muyduk, üstelik günümüzde bu denli görsel-işitsel kurmacaların istilası altındayken. Her birimiz bir kurmacanın içinde yaşıyoruz, ama bu bildiğimiz sinema ya da edebiyattaki kurmacadan elbette farklı, Ricoeur’ün “anlatı öncesi yapı” diye tarif ettiği […]

Amerikalı bir antropolog bana, asla kurmaca eser okuyamadığını söylemişti. Nedenini sorunca, “Uydurmalar çünkü” demişti, “gerçek değil…” Gerçekte her birimiz bir kurmacanın içinde yaşamıyor muyduk, üstelik günümüzde bu denli görsel-işitsel kurmacaların istilası altındayken.

Her birimiz bir kurmacanın içinde yaşıyoruz, ama bu bildiğimiz sinema ya da edebiyattaki kurmacadan elbette farklı, Ricoeur’ün “anlatı öncesi yapı” diye tarif ettiği şeye daha uygun. Borges’in ilahi bakış diye tarif ettiği şeyi düşünmüştüm sonra, geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda gördüğümü hayal ederek. Gördüğüm şeyi anlatabilmemin öncelikli koşulu onu bir zamansallığa oturtabilmekti. Zamansallığa oturduğu anda, göstergeler birbirleriyle ilişkiye girerek anlamlı bir yapı oluşturarak anlatıya dönüşüyordu.

Siyaset de kurmaca ilkelerine tabi değil mi, simgelerle çalışan… İmamoğlu ve ekibi, bu açıdan iktidarın anlatısını çözümlemiş ve ülkeye zarar veren kutuplaşmayı aşacak yeni bir anlatıyı inşa etmeye çalışıyorlarmış gibi görünüyor. “Bizim yeni bir hikâyeye ihtiyacımız var” diyenleri düşününce…

Peki ama neden illa da bir hikâyeye ihtiyaç duyarız? Çünkü her birimiz, benliklerimiz pek çok hikâyeden oluşur, içten dışa, dıştan içe uzanan. Hikâyemiz olmasa, nereden gelip nereye gittiğimizi, yani kim olduğumuzu bilemeyiz. Ama burada önemli olan nokta, edebi eserlerdeki hikâyelerden farklı olarak, bireysel ve toplumsal hikâyelerimizin daha dinamik, sürekli değişim ve dönüşüm içinde olması. Gençken kendinize anlattığınız hikâyeniz yaşlandıkça değişebilir, farklı kendiliklerinize ait farklı hikâyeleriniz, ruh halinizle ilişkili olarak öne çıkıp yaşamınızı kuşatabilir. Ya da aşkta olduğu gibi, başka birinin hikâyesindeki bir karaktere dönüştüğünüzü de hissedebilirsiniz, hoşunuza giden ya da size acı veren bir karakter… O aşk hikâyesi içinde, kendi kendinize şöyle söyleyebilirsiniz: “Ben böyle birisi değildim! Ne oldu bana?” O güne kadar kendinize anlattığınız bütün hikâyeler çökebilir, kendinizi bir boşlukta, yönünü kaybetmiş biri gibi hissedebilirsiniz.

Marc Auge, “Unutma Biçimleri”nde “anlatı olarak yaşam”ı ele alırken, savaş ilanı gibi durumlarda insanın daha büyük bir hikâyenin içinde kaybolmasından bahsediyordu. Seçimlerin de böyle bir etkisi olduğundan. Bizim adayımız seçimleri kazanmışsa, tuttuğumuz takım kupayı kazanmışsa, sokağa çıkıp sevinçle haykırırken bizi de kapsayan daha büyük bir anlatının içinde yer alırız. Belli bir toplumsal düzeyde birbirinden farklı olan kesitler ve hikâyeler, üst birimleri, yani iktidarları belirleyecek şekilde farklı düzeyde bir araya gelebilir. Bu toplumsal hikâyenin anlamlı olabilmesi, o hikâyeye kişinin ne ölçüde katılabildiğiyle ilgilidir. Kesitler ve hikâyeler ne kadar çoksa, bir araya gelmeleriyle oluşan hikâye de o kadar zengin anlamlara kavuşur.
Türkiye’nin öncelikle herkesin kendisine yer bulabildiği bir hikâyeye sahip olmasına ihtiyacı var; ancak o zaman bireysel hikâyeler yabancılaşmaktan kurtulur, üretken karakter yönelimlerinde bir artış olur. Erich Fromm’un, ruh sağlığının gelişiminde toplumun destekleyici ve engelleyici rolüne dair yazdıkları, bu açıdan anlamlı çok. İnsanın, maddi ihtiyaçları kadar psişik ihtiyaçları da vardır ve ilişkisel bir varlık olduğu için bireysel hikâyesi toplumsal hikâyesiyle gerçek anlamına kavuşur.

Marc Auge, faşist birisiyle komünist birisinin kurmacaları arasındaki farkı şöyle anlatmış: “Faşist, bellekten yoksundur. Hiçbir şeyden ders almaz. Başka bir deyişle hiçbir şeyi unutmaz, kendi takıntılarının kesintisiz şimdiki zamanında yaşamaya devam eder. Buna karşılık pek çok eski komünist, hayaller içinde yaşadıkları geçmişi gündeme getirmiştir. Bir gün başkalarının sesine kulak vermeyi başarabilecek miyiz acaba?”