İnsan insan, toprak toprak, dağ dağ, hayvan hayvanlıktan çıkmış. Irmaklardan kan, gökten çekirge akmış. İmparatorluk, barut ve mitralyözle çökmüş. Yeni bir çağ gelmiş. Mustafa Kemal Paşa, mebus Hasan Hayri’yi bizim ellere göndermiş. Aşiretler kaynıyormuş. Ankara’daki Paşa itidal demiş. Hasan Hayri, Karerli’yi almış, Xarput’ta Sağıroğlu Sabit’e varmış. Alişer Ovacık’ta toplantıdaymış. Vali Sabit, Hasan Hayri’ye bir hışımla, Pilvenk’i tüfekle, Karabal’ı, Ferhatuşağı’nı, Kırğan’ı, Koçuşağı’nı, Resikan’ı, Semkan’ı, Kewuşağı’nı mitralyözle, Kalan, Maksut, Kör Abbasan, Beytuşağı’nı kırk ikilik topla, Haydaran, Demenan, Alan, Yusufhan, Kureyşan, Mamikililer’i taramayla kırar, Göktepeli Ahmet Beg’e selam ederim, demiş. Hasan Hayri cevabını vermiş, kalkmış. (Karerli Mehmet, Anılar)     

Göktepe, Mazgert’in güney batısında; Mamekiye-Xarpet yolunun kıyısındaymış. Bu köyün alt tarafında, Pulur Zeranik’te, bir de Pülümür’de doğan; kimsesiz dağları, kadersiz tepeleri, yılan gibi kıvrılan yolları, gölgeleri koyu, başları dumanlı nice vadilerin hatırını sora sora akan, Gole Çeto’da hasretle buluşan Munzur-Harçik akarmış. Köyün ne Here-Were ne de So-Bie bir namı varmış. Cumhuriyet gelmeden; aşiretler silah atıp; beyler ferman verirken; bu bahtsız köyde işte bu Vali Sabit’in selam ettiği Ahmet Beg namında bir bey yaşarmış. Beg, otuz altı köyün; yüz yirmi dört kervanın sahibiymiş. Beg’in atları bile insana küçümseyerek bakar, kibirle kişnermiş. Beg, Osmanlı’da Palu’dan getirilmiş; arkasında Dersaadet’in gölgesi varmış. Göktepe’ye insanlar girmeden evveli Beg’den destur alırmış. Hâl, 1858’de Amerika eyaletlerinde ata binme hakkı bile olmayan siyahların çektikleri gibiymiş. Dört dağın ister içinden, ister dışından gelsin, tüm köylüler Göktepe’ye girdiğinde atından iner; şapkasını çıkarır eline alır; atın üzengisini sıkıca tutar; sahibi önde; at arkada yürüyerek köye girermiş. Ne köylü, ne at, Ahmet Beg’in huzuruna çağrılmadan nefes almazmış. Fukaralar, işte bu Ahmet Beg karşısında çaresizmiş.

Murte Avuqat Pax’ta bir gariban adammış. Alanlıymış; silahı, parası, toprağı yokmuş; ama Türkçesi varmış. Xarpet’ten mal alır; Dersim’de satarmış. Ticaret, Murte Avuqat’a sadece Türkçe’yi değil; insanları, şehirleri, kültürleri, cemaatleri öğretmiş. Bir adamın gözüne baktı mı onu hemen beller; o kadar güzel konuşurmuş ki, hayatında okul yüzü görmediği halde köylüler ona ‘Avuqat’ dermiş. Bu bizim Murte Avuqat, bir gün yine Xarpet’ten basma, keten, naylon, gaz, mum, tarak, şeker, toka ve diğer eşyaları yükleyip katırına; dönerken ağır ağır yurduna; katırı yorulmuş; Tufan Geçidi’nde mola vermiş. Katırını çözüp; bir su içemeden; bir ‘Pısımlay’ bile diyemeden; iri cüsseli, ağzı küfürlü, eli silahlı adamlar atlamışlar üstüne; katır bir yana; Murte Avuqat bir yana düşmüş. Malları gasp edilmiş; bir güzel dövülmüş; adamlara yalvarsa-yakarsa, el etek öpse, aman dilese para etmemiş; tokasına varana kadar soyulmuş. Murte Avuqat sormuş, soruşturmuş; öğrenmiş; soyguncular Ahmet Beg’in adamlarıymış. Göktepe’ye varmış; şapkası elde, boynu büyük, Beg’in huzuruna çıkmış. Beg hiddetlenmiş; kızmış, köpürmüş, tükürmüş, yanakları al al olmuş; Murte Avuqat’ı kovdurmuş. Malı çalınan, yüzüne tükürülen, onuru kırılan Murte Avuqat Beg’e cevap verememiş; sessizce sanki kendine demiş: Göreceğiz bakalım el mi yaman, beg mi. Bir de, yine içinden, Beg’e beddualar etmiş; Xızır’dan Ahmet Beg’e kutsal ayda bela dilemiş. Murt düşünmüş, taşınmış, bir yol bulamamış; Çuxur Ağaları’na varmış, derdini bir güzel anlatmış. Sülü Ağa emir vermiş; çewres ospor kuşanmış; atların topuklarından çıkan toz Alan tepelerinden Göktepe ovasına bir bulut gibi akmış. Ahmet Beg durumu haber almış. Sülü ağayı kapıda karşılamış; misafir etmiş; sini kazanlarda pişen yemekten, höpürdetilen kahveden sonra, Murte Avuqat’ın tokasına varana kadar eşyalarının hepisi bir tatlı dille geri verilmiş.

Ahmet Beg ince hastalıktan ölmüş, ölmeden Murte Avuqat’ı bulmuş. Bedduan tuttu demiş. Ahmet Beg’in oğlu Kadri bey babasının tüm malını saçmış, savurmuş, satmış, göç etmiş, gitmiş. Göktepe’de ne Ahmet Beg’in, ne tayfasının imi-timi kalmış. Devran Göktepeli Ahmet Beg’e kalmamış, Saray’dakine, Konyalı Ahmet Bey’e mi kalırmış.