Google Play Store
App Store

Berna Moran ve büyük usta Berna Moran (1921-1993) Türk edebiyatı elestirisinin en önemli isimlerinden biri. Ders notlarından derledigi ve 1973 Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü’ne layık görülen “Edebiyat Kuramları ve Elestiri” adlı kitabı kisisel tarihimde çok önemli bir yer tutar. Yıllar önce sarkı yazarlıgı, sarkılar, edebiyat, sanat ve anlam üzerine düsünürken adeta bir kurtarıcı gibi karsıma çıkan bu kitabı, geçen gün bir sosyal paylasım sitesinde çıkar gibi olup sonra sönen bir tartısma sayesinde tekrar hatırladım. Bu vesileyle “aglak rock” ya da “aglak sarkıcılık” olarak yavas yavas kavramsallasan durumla ilgili bir seyler söylemek isteyen herkese Moran’ın kitabını hararetle tavsiye ederim. Bu tartısmaya ben de zamanı gelince özenli ve net katkılar sunmaya çalısacagım, ama bugünkü konumuz biraz farklı.

Seçimler bittikten sonra kurulan klise cümleler vardır: “Millet istikrar dedi”, “Halkımız bize muhalefet görevi verdi”, “Seçmenlerin verdigi mesajı anlamak zorundayız” gibi. Burada öznenin kim oldugundan (Bütün seçmenler? Bazı seçmenler? Aynı anda birkaç söyleyen bir halk?) ve gerçekte kime bir sey söylendiginden (Iktidar partisine? Bir muhalefet partisine? Muhalefet partilerinin tümüne? Tüm partilere? Ortaya?) baska bir de hakikaten neyin söylendigi, hangi mesajın verildigi gibi bir soru daha ortaya çıkıyor. Bu soruların hepsinin buralardaki kestirme cevabı, “çogunlugun dedigi olur” seklinde özetlenebilir. Oysa açık ki eger hikâyeyi bu sekilde kuracaksak ne söyleyen özne, ne hedef alınan özne, ne de verilen mesaj bir tanedir.

Bunu aklımızın bir kösesinde tutup büyük ustanın hikâyesine bakacak olursak isler iyice ilginçlesiyor. Çünkü büyük usta sadece sandıgı dinliyor. Sandık dısında herhangi bir itirazı saldırı ya da darbe kabul ediyor. O degistirilmesi farz olan deli gömlegi gibi 1982 Anayasası’nı baz alarak bazı düzgün kararlar vermekten baska suçu olmayan Anayasa Mahkemesi’ne bile “siyaset yapacaksan cübbeni çıkar, sandıga gel” diyor. Süphesiz bir bildigi var, çok mahir oldugu bir alana davet ediyor herkesi ve ona göre demokrasi, evet, sandıktan ibaret.

Ne var ki ustanın kendi hikâyesi pek de öyle sandıktan ibaret degil. Hiçbir hikâye tek bir seyden ibaret olamaz çünkü. Siir okuyup hapse girmek var, gemicik var, Suriye’yle ortak bakanlar kurulu var, Beyaz Saray’daki son toplantı var, sıfırlamak var, güç var, zaaf var, hitabet var, karizma var, kibir var, tabii ki sandık basarısı da var. Ama bütün bunların üstünde ve bunlardan daha etkili olmak üzere, kocaman ve sürekli kendini tahkim eden, popüler mi popüler bir üst-hikâyesi var büyük ustanın. Bir best-seller. Büyük bir hit. Hem çok magdur hem çok güçlü bir adamın kendini anlattıgı bir çesit televizyon formatı. Aslında, bir hikâye. Sandıkta sürekli onaylanan bir hikâye.
Kitabının 136. sayfasında Berna Moran “Eserin anlamı yazarın kastettigi anlam mıdır, yoksa okurun eserden çıkardıgı anlam mı? Bunların her zaman birbirini tutmadıgını biliyoruz.” diyor: “Metnin anlamının nerde aranması gerektigi sorusuna üç ayrı görüs cevap vermektedir. Birincisi anlamı yazarın zihninde, ikincisi eserin metninde, üçüncüsü okurda aramak gerektigini iddia eder (s.135)”.

Seçimlerde halkın teveccüh gösterdigi hikâyeye bu açıdan bakarsak ne görürüz? Onlarca televizyon kanalından canlı yayınlanan o mitinglerden birini ele alsak örnegin, oradaki anlamı nerede aramamız gerek sizce? Baska türlü söylersek, sürekli yazarın zihniyle ya da eserin metniyle oyalanmak yerine, sabah aksam durmadan hikâyenin/metnin okurdaki anlamı üzerine kafa yormak gerekmez mi?

Ve geçen haftaki yazıya atıfla, mevcut hikâyeden memnun olmayanların hem kendilerince daha iyi, hem de daha popüler olabilecek bir hikâye yazmaları için metnin okurdaki anlamına bakmaları gerekmez mi?