Dilimizdeki en özlü ve doğru yerde kullanıldığında "cuk" diye oturan deyimle başlamak istiyorum:

"Tuz da kokmuşsa..."

Bununla eş anlamlı, yine en az bunun kadar "cuk" oturan bir de atasözümüz vardır:

"Kadıyı kime şikayet edeyim?.." diye biter. 

Her ikisi de, hukukun anlamsızlaştığı, hak aramanın "beyhude bir çaba" haline geldiği durumları tanımlar. Her ikisi de, aslında ülkemizin geldiği noktayı en iyi anlatan deyişlerdir.

Zaten, bir ülkede demokrasiyi ortadan kaldırmanın ilk adımı ve en etkili çözümünün hukuku ortadan kaldırmak olduğunu öteden beri yazıp çiziyoruz. Hak aramaya dair yolların açılmasını, nefes sorularının genişletilmesini savunanların suçlu durumuna düştüğü bir ülke, aslında "bütün kaleleri gerçekten zaptetilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve her köşesi bilfiil işgal edilmiş"ten beter bir ülke sayılmalıdır. 

***

"Bütün kaleleri"nden kastım, adliye saraylarıdır. 

"Bütün orduları" saydığım, bağımsız ve vicdanlı hakimler ve savcılardır. 

"Bilfiil işgal edilmişlik"ten kastım da, hukuka dair yazılmış ne varsa, yapılmış yasaları ile, kuralları ile, içtihatları ile hukuku etüd eden bilim kurumlarında üretilmiş tüm yayınları ile her şeyin ayaklar altına alınmış olmasıdır. 

Zaten, 2010 yılındaki (12 Eylül) referandumda, vatandaşa oylatılmak istenenlere karşı duruşumuz, "YetmezAmaEvetçi" tayfayı, FETÖ ile omuz omuza bu cinayetin hattâ katliamın ortağı olmamaları için uyarmamızın nedeni, tam da buydu. Ama kimseye dinletemedik kendimizi. Göz göre göre, "siyasete ve siyasi iradeye bağımlı bir hukuk aygıtının" oluşması için bizzat Pennsylvanialı Ağlak Vaiz, "mezardaki ölüleri bile kaldırıp oy kullandırın" diye boşuna yırtınmamıştı. 

Amaçları, hukuku ve yargı sistemini "tamamen siyasi emellerine ulaşmak ve muhalifleri ezip geçmek" için "yürütmenin emrinde bir aygıt" haline getirmekti. Bunu başardılar. 

Yine memleketin bir kısmı, bunun ilk uygulamaları olan "Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast, 28 Şubat, OdaTV, Cumhuriyet Gazetesi, Gezi Direnişi vb." davalar sürecinde "Darbeci, yıkıcı, bölücü" gibi sıfatların hunharca insanların üzerine boca edilişini, toplumun bir kısmı kenardan aymazca izledi. Delillerin karanlık mahfillerde utanmazca üretildiği, savunmanın kısıtlandığı, hattâ engellendiği, adeta bağırta bağırta "hükümden iddianameye" mantığı ile kararların "flash bellekler içinde hakimlerin cebinde tutulduğu" duruşmalara sahne olan, bu sürecin "yargı aktörlerinin heykellerinin dikilmesinin önerildiği, işleri bitince de firarlarına göz yumulduğu" günleri hatırlarsınız. 

Sonrasında, göstermelik "temyizler, beraatler" vb. göz boyamacı uygulamaların ardından, aynı iddianamelerin 10 yıl sonra "yeniden kıymetlendirme" diye çekmecelerden çıkarılıp (Gezi, 28 Şubat örneklerinde olduğu gibi) mahkumiyet kararları alınmasını da, ancak bu mantık ve anlayış çerçevesinde izah edebiliriz. 

Hedef, her defasında aynıydı. Cumhuriyet’in değerlerini, hukuku, özgürlükleri, demokrasiyi, ifade özgürlüğünün kutsallığını (bu çerçevede bağımsız gazeteciliği) taviz vermeden savunan kişi ve kurumların itibarsızlaştırılması, yıpratılması, bellerinin kırılması ve "ses çıkaramayacak hale" getirilmesi amaçlanıyordu. 

***

Gazeteciler, adeta çalıştıkları kurumlardan daha fazla zamanı adliye koridorlarında, karakol ya da savcılık sorgularında geçirir oldular. Haberlere getirilen erişim yasakları, gazetelere ilan ambargoları, TV ve radyolara ses kısma ve ekran karartma kararları, lisans iptali tehditleri, artık sıradanlaşmaya başladı. İstinaftan, yargıtaydan, hatta Anayasa Mahkemesi’nden dönen kararlar bile çöpe atılıp, hakimlerin yeri değiştirilip, "sizi cezalandırmak isteyen irade böyle istiyor. Hiçbir çıkar yolunuz yok" duygusu yaşatılmaya başlandı. Aykırı karar veren hakimlere "dünya dar" edilmiyor mu? 

RTÜK’ün iktidar cenahını temsil eden, yanlı üyeleri kendilerini savcı-yargıç yerine koymaya başladılar. Türkiye, "Özel görevlendirilmiş bir yargıcın mahkeme mahkeme dolaşıp hep belli içerikli davalarda ceza yağdırdığı bir adliye sisteminin" dünya çapında görülmemiş örneklerinin sergilendiği bir ülkeye dönüştü. 

Bununla da kalınmayıp o "özel yetenekli/nitelikli" yargıçlar, ödül olarak daha da üst mahkemelerde daha da önemli dosyaların emanet edildiği "emin eller"e dönüştürüldü. 

Bugün bir milletvekili, hakkında hüküm bile olmadan, AYM kararlarına, Anayasa’nın çok açık 83’ncü maddesine ve içtihatlara rağmen, hunharca (başka bir sıfat bulamadım) cezaevinde tutuluyorsa, bir gazeteci "verilebilecek cezanın yatarı bile olmamasına rağmen, tutuksuzluğun ceza haline getirildiği" bir sistem gereği zindandaysa, "FETÖ artığı bir iddianame ile mahkum edilmiş" 5 emekli, yaşlı, ağır hasta komutan, "idam cezası olmadan, ağır ağır idam" ediliyorsa, bir gazeteci "hırsız, tecavüzcü, uyuşturucu taciri veya katil olmadığı için" infaz kararlarından yararlandırılmayıp göz göre göre hapse atılıyorsa...

Artık, bu ülkede hukukun "H"sinden bile söz etmek mümkün müdür?