Sabah 4’te kalktık. Yağmur öyle bir yağıyordu ki bizi bir tek yağmurluklarımız kurtarabildi. Elimizde bavullar havalimanına gidiyoruz. Bu eziyeti özellikle ben istedim. İnsanoğlu kuş misali olsun...

Sabah 4’te kalktık. Yağmur öyle bir yağıyordu ki bizi bir tek yağmurluklarımız kurtarabildi. Elimizde bavullar havalimanına gidiyoruz. Bu eziyeti özellikle ben istedim. İnsanoğlu kuş misali olsun dedim. Bugün Stockholm’de uyandık ya, bütün öğleden sonramız İstanbul’da geçsin. Saatlerimi hesaplıyorum. Şöyle olursa bu kadar vakit kazanırız diyorum. Havaalanına giden özel otobüslerin kalktığı durağa gideceğiz. Önce sabahın ilk metrosuna yetişeceğiz. Evden metro durağına kadar üzerimizde yağmurluklar, gri, şimşekli, korkunç havanın altında duruma çok tezat bir keyifle yolda yürüyoruz. Metro durağının otomatik kapısı açılıyor. İçeride bir İsveçli vatandaş banka oturmuş bekliyor. Bizi görünce çok seviniyor. Bunca yıldır, sabahın bu saatinde kalkıp işine gitmek için tren beklerken ilk kez kendine yoldaş bulmuş gibi sarılıyor olaya. İsveçlilerden beklenmeyecek bir konuşkanlıkla anlatıyor da anlatıyor. “Bu saatte metroya girerken kartımızı okutmanıza gerek yok, tren diğer metro istasyonundan 6 dakika sonra hareket edecek, yukarı çıkmak için acele etmeyin, hava kötü, ben size çıkacağınız zamanı söylerim.” Hem İsveçlinin anlattıklarını dinliyoruz hem de bu samimiyete kuşkuyla bakıyoruz. En sonunda deli galiba diyip bavulları asansöre yükleyip girişten tren hattındaki bekleme odasına çıkıyoruz. İsveçli de arkamızdan geliyor. Kafamızı önümüze eğip hiç konuşmuyoruz.

Bundan sonrası zaten çok kolay oluyor. Uçakta kafamı koltuğa yaslayıp uyuyorum. Gözlerimi açtığımda yolcular uçaktan çoktan inmeye başlamıştı. Koltuklarımızdan kalkıp el bagajlarımızı alan son kişiler bizler olmuştuk.

10 ay sonra Türkiye’deydim. Eşim ve kız kardeşim yanımda, ben, Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan yurda dönüş yapmıştım. Bavullarımızı alıp havalimanından çıktığımızda şu sıralar “Of çok bunaldım ama” diye şikâyet etmeye başladığım müthiş güzellikteki sıcak bir hava çevremizi sardı. Taksim’e gitmek için servis bekliyoruz. Güneşin altına geçmişiz. Öyle etrafa bakıyorum. İnsanlar, sesler, en çok da hasret kaldığım güneş hoşuma gidiyor. Güneşi içimize çeke çeke bekleme durumundan üçümüz de keyifli görünüyoruz. Sabahki yağmurdan sonra müthiş bir şey. Bir süre sonra karşı kaldırımdan yanımıza bir amca yaklaşıyor. “Çocuklar servisin gelmesine daha 5 dakika var. Beklemeyin güneşin altında. Karşıya geçin, binanın gölgesinde bekleyin” diyor. Sabah bizi metroda karşılayan amcayla aynı yaşlardaki bu beyi, yüzümüzde büyük bir gülümsemeyle karşılıyoruz. Anlatıyoruz, şuradan da geliyoruz, sabahta böyle yağmurluydu, zaten sayılı gün çabuk geçer, aman doyalım bu güneşli havalara… Ama yine de uyarısına teşekkür ediyoruz. Hiç garipsemiyorum “Neden bu samimiyet” diye. Türk amcanın işimize karışması, doğal geliyor. Ülkemle ilgili şaşkınlıklarım sonra sonra başlıyor.

Daha önce izlediğim bir filmin orta yerinden yakalamışım da tekrar seyretmeye başlamışım gibi oluveriyor her şey. Filmi ikinci izleyişim ama pek çok kareyi unutmuşum. Hayatımda ilk kez Türkiye’den bu kadar uzun zaman ayrı kalıyorum. Şaşırmak boynumun borcu olmuş.

İlk şaşkınlığımı Taksim’den eve gitmek için tuttuğumuz takside yaşıyorum. Önce öğle ezanını duyuyorum camilerden. Aynı anda yükselen bu çağrıyı özlemişim. Taksici, ezanın başlamasıyla radyo kanalını değiştiriyor. Daha önce ezanla birlikte müziğin kapatıldığına çok şahit olmuştum ama bu ilk kez başıma geliyor. Beş vakit ezan okuyan bir radyo kanalından taksinin içinde ezan dinliyoruz. Daha ezan bitmeden taksici trafikteki bir başka sürücüyle aracın penceresinden bağıra çağıra kapışıyor. İnerken de eğer bundan sonra dinlemek istersek diye ezan okutan radyo kanalının frekansını söyleyip hakkımızı helal etmemizi istiyor. Ediyoruz tabii biz de varsa kalmasın…

Evin önünde ikinci şaşkınlık. Arka çapraza bilmem kaç katlı bir apartman dikilmiş. İçine de yeni komşularımız yerleşmiş.

On yıl değil, sadece 10 ayda mahallenin havası değişmiş. Filmi izledikçe hatırlıyorum, bazı sahneleri de yeni anlıyorum. Türkiye’deki internet hızının yavaşlığını İsveç’le karşılaştırınca şimdi kavrıyorum. Taksilerin arka koltuklarında emniyet kemeri olma olasılığının düşük olduğunu anımsıyorum tekrar. Kendimi sık sık emniyet kemeri ararken yakalıyorum. İsveçli mobilya şirketi IKEA’nın, İsveçli çalışanlarına 6’da paydos yaptırırken Türkiye’de 10 kadar dükkânı açık tuttuğunu öğreniyorum. Açık havada arabalı vapurda sigara yasağını kavramakta zorlanıyorum. Aylar sonra bir kuralı çevremde benim gibi davranan insanlardan da güç alıp yok sayıyorum. Bir otobüs şirketinin yazıhanesinde, gecenin yarısında “Kayıp bir erkek çocuğu bulunmuştur, kaybedenlerin idareye gelmesi önemle duyurulur” anonsuyla irkiliyorum. Toplasam 10 gündür Türkiye’deyim şimdiden bir trafik kazası gördüm bile. Döner kavşağa “Yanlışlıkla girmişim” diyen bir sürücü, arabasını geri vitese atıp kavşaktan çıkmaya çalışırken arkadaki otomobile çarptı. Kaza kadar, sürücülerin kavgasını izlemek için olay yerine bir anda toplanıveren yaya kalabalığı da beni şaşırttı. Ben de kendimi bir döner kavşağın içinde hissediyorum etraf o kadar şenlikli ki çıkasım hiç yok.