“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” diyordu Özdemir Asaf. Dünyanın dört bir yanında kötülüğün egemen olduğu günümüzde kirlenmeyen renklere inancımızı asla yitirmeyelim.

Bütün renkler hızla kirlenirken

Neredeyse bir ay oluyor, Gazze’de savaş başlayalı. Yüzde yetmişi kadın ve çocuklardan oluşan yaklaşık on bin ölü, on binlerce yaralı ile 20. yüzyılın yüz karası soykırımlar listesine 21. yüzyılda bir yenisi ekleniyor. Emperyalist emellerin, dini inançları siyasi çıkarlarına alet edenlerin, hümanizmden nasibini almamış tiranların, savaş tacirlerinin at koşturduğu bir dünyada kimin daha az kirli olduğunu mu tartışacağız? Batı dünyasının çıkarları doğrultusunda soykırıma gözlerimizi mi kapayacağız, yoksa nasıl bir dünya amaçladıklarını bile bile karşı tarafın savaşçılarına mı arka çıkacağız? Kirlenen renkler arasında bir tercih yapmak zorunda mıyız? 

İnsan haklarını savunmanın iyiden iyiye güçleştiği, çetelerin, uyuşturucu tacirlerinin güç savaşlarının orta yerinde, ayın sonunu getirebilme savaşı veren yoksul kitleler karşılarında iki seçenek buluyor. Kirlendikleri ölçüde yükselen politikacılara, iş adamlarına, akademisyenlere, yargı mensuplarına ve diğer iktidar odaklarına bakarak, kirlenmeye heveslenenlerin örnekleri her gün ekranlarda. Umutlarını iyiden iyiye yitirip intihara sürüklenenlerin örnekleri de… Peki, bir üçüncü yol yok mu? Kirliliğe karşı çaresiz ve suskun kalmaktan başka seçenek yok mu?    

Kirlenen kurumlara, intikam duygusuyla hareket eden iktidarlara hayır diyebildikleri için belgesiz, kanıtsız zindanda tutulan siyasetçileri, sivil toplum önderlerini, medya mensuplarını, sanatçıları savunmaktan geri duran, üç maymunu oynayan kitlelerin suskunluğunu, bu boyun eğişi nasıl açıklamalı? ‘Korku’ diyeceksiniz ama korkunun ölüme mani olmadığını bilmiyor olamazsınız. İsrail devletinin zulmüne karşı çıkan aydınları, sanatçıları ve halk kitlelerini görmüyor musunuz? Savaşı durduracak tek gücün onlar olduğunu anlamamız ve onların yanında durmamız gerekmiyor mu?  

Sanatın gücü 

Sözü dönüp dolaşıp sanata getirdin demeyin. Sanatla büyüyen toplumlarda insanlar kendilerini ifade etmekten korkmaz, kendilerine sunulan tercihler arasında sıkışıp kalmaz, merak etmeyi, sorgulamayı alışkanlık haline getirdikleri, demokrasi ve yurttaşlık bilincine sahip oldukları için, davranışlarını belirleyen kendilerine dayatılan tercihler değil, özgür iradeleri olur. Sanatçılar ise, içinde yaşadıkları toplum bunu hoş karşılamasa da akıntıya karşı kürek çekmekten, kitleleri uyarmaktan korkmazlar. Bu yüzden onlara sahip çıkmalıyız. İsrail’de rejimin ırkçı tutumuna cesaretle karşı çıkan, barışı savunan İsrailli sanatçıları, Hamas’ın tek seçenek olmadığını vurgulayan, barış içinde bir arada yaşama umudunu yitirmeyen Filistinli sanatçıları ve dünyanın dört bir yanında barışı savunan sanat-kültür insanlarını görmezden gelmeyin derim.  

Elbette, her ülkede bu tanımın dışında kalan, iktidarların eteğine tutunmuş sanatçılar da vardır; hele az gelişmiş ülkelerde… Sanatçıların kirlilikte birinciliğe aday olmaları, varoluşları gereği ‘beyaz’ olmalarından olsa gerek. Malum, beyaz daha çabuk gösterir kirliliği… Onlarla uğraşmaya değmez. Bırakalım tarih yargılasın onları… Biz kendimize bakalım. Kirlilik dört bir yanımızı sarmışken, kirlenmemekte direnen sanat insanlarına sahip çıkmanın bir yolu, onların kitaplarını okumak, yapıtlarını izlemek değil mi? Öyle ise, gelin festivallerde buluşalım. Çok uzaklardaki ülkelerdeki demokrasi ve insan hakları mücadelelerine, kirlenmeyen renklerin cesur çıkışlarına tanık olalım.   

Ankara’da Avrupa Sineması  

Bu hafta üç kentimizde film festivalleri var; Ankara, İstanbul ve İzmir’de. Ankara’da çarşamba akşamı sıcak, alçakgönüllü bir açılışla başlayan 34. Ankara Uluslararası Film Festivali sürerken, hafta içinde İstanbul’da, AKP iktidarının desteğine mazhar 11. Boğaziçi Film Festivali, İzmir’de ise İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Kültürlerarası Sanat Derneği işbirliği ile düzenlediği 3. İzmir Uluslararası Akdeniz Sinemaları Buluşması başlıyor. Şu dakikada Boğaziçi Film Festivali programına ilişkin hiçbir açıklama yok. Her zaman olduğu gibi İran sinemasından örnekler yer alacaktır mutlaka programda. Ama, ifade özgürlüğünü ayaklar altına alan, sinemacıları tutuklayan ya da ev hapsine mahkûm eden İran’daki resmi makamların uygun gördüğü isimlerden mi ibaret kalacak, yoksa filmlerini arkadaşlarının yardımıyla evinden yöneten, bir otomobilin içinden yaptığı çekimlerle toplumsal ortamını anlatmaktan geri durmayan cesur yönetmenlerin filmleri mi olacak programda, göreceğiz… 

Ankara Film Festivali bu yıl en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Bazı yönetmenlerin İstanbul’da yarışmak adına, programdan çekilmesi üzerine yarışmada yalnızca 7 film kalmış. Jürideki bir isim de, ‘tacizci’ suçlaması nedeniyle festival tarafından jüriden çıkartılmış. Sponsorlar açısından da en zorlu yıl olduğunu söylüyor Festival Yönetmeni İrfan Demirkol. Afişlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı logosu yok. Dolayısıyla her yıl gelen devlet desteğinin de belirsiz olduğu anlaşılıyor. Ankara Büyükşehir ve Çankaya belediyeleri ayni katkılar veriyor. Neyse ki, desteğini esirgemeyen Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu var. 

Bütün bu olumsuz koşullara karşın güzel bir açılış oldu. Nur Sürer’e Aziz Nesin Emek Ödülü, Cahit Berkay’a Kitle İletişim Ödülü, Mustafa Ayaz’a (rahatsızlığı nedeniyle kızının aldığı) Sanat Çınarı Ödülü’nün verildiği festivalde, Uzun Metrajın yanı sıra, Belgesel ve Kısa Metraj dallarında da yarışmalar var. Bir de, açılışta sonucu açıklanan Proje Geliştirme Desteği yarışması… 50.000 liralık bu desteği kazanan, ilk filmi “Zuhal”le hepimizin gönlünü kazanan Nazlı Elif Durlu’nun “100.000 TL” adlı projesi oldu! Uzun Metraj dalında, önceki festivallerde (İstanbul, İzmir, Ayvalık ve Adana’da) her biri birkaç ödül kazanan üç film (Kör Noktada, Sanki Her Şey Biraz Felaket ve Cam Perde) burada da favori görünüyor.    

Festivalde, daha önce izleyip yazdığım, İngiliz yönetmen Jonathan Glazer’in bir Nazi ailesini anlattığı “Zone of Interest”, 1956 yılında Macaristan’da Sovyet yanlısı rejime başkaldıran Macarları ve bu olayın İtalyan Komünist Partisi üzerindeki etkisini konu alan İtalyan usta Nanni Moretti’nin “Güzel Günler”, Almanya’nın Oscar’a aday gösterdiği İlker Çatak’ın “Öğretmenler Odası”, Bükreş’te tıp okuduğu sırada İran ‘devrimi’ patlak verince ülkesine dönmeye karar veren ve bir daha İran’dan çıkamayan tıp öğrencisi bir kadının mücadelesini anlatan Romanya-Katar-İran-Hırvatistan ortak yapımı “Devrimler Arası”, İranlı sinemacılar Abbas Kiarostami, Asghar Farhadi, Majid Majidi ve Cafer Panahi’ye saygı sunuşu niteliğindeki, Hassan Nazer’in B. Britanya yapımı “Kazananlar” gibi önemli filmler var. Üç günlük ziyaretim sırasında birkaç film izleyebildim ancak. Bunlardan, Vladimir Perisic’in Sırbistan-Fransa-Hırvatistan-Lüksemburg yapımı filmi “Kayıp Ülke”, Miloseviç rejiminin yönetici kadrosundan bir kadın ve oğlunun öyküsünü anlatırken, ülkedeki yolsuzluklara karşı ayaklanan halkın mücadelesini yansıtıyor.   

İzmir’de Akdeniz Sinemaları 

Ankara ile İzmir Akdeniz Sinemaları Buluşması programlarında ortak filmler var: “Sanki Her Şey Biraz Felaket”, “Cam Perde”, Fransa’nın Oscar adayı “Şeflerin Aşkı”, Tunus’un Oscar adayı “Dört Kız Kardeş” ve İtalyan sinemasının ustalarından Marco Bellochio’nun “Kinapped” (henüz ülkemizdeki vizyon adı belli olmadığı için özgün adını kullanmayı seçti iki festival de). Vietnam asıllı Fransız yönetmen Anh Hung Tran’ın önce “Pot-au-feu” adlı Fransız mutfağının geleneksel yemeğini çağrıştıran özgün adı sonra “Dodin Bouffant’ın Tutkusu”na dönüşmüştü. Yönetmenin bu yıl Cannes’da kazandığı En İyi Yönetmen ödülünün boşuna olmadığını göreceksiniz; ama sakın aç karnına izlemeyin bu güzel aşk öyküsünü.   

“Kidnapped”de 1958 yılında yaşanmış gerçek bir olayı, Yahudi bir çocuğun kaçırılarak, Hristiyan olarak büyütülmesini konu almış Bellochio usta. Fransa-Suudi Arabistan-Almanya-Tunus-Kıbrıs ortak yapımı “Dört Kız Kardeş”in Tunuslu yönetmeni Kaouther Ben Hania’yı “Derisini Satan Adam”la tanımıştık. “Güzel ve İtler” filmi ile de ülkesi tarafından Oscar’a aday gösterilen yönetmenin, bu son yapıtıyla ‘En İyi Uluslararası Film’ dalında ilk beşe girmesi sürpriz olmayacak. O da gerçek bir olaydan yola çıktığı öyküsünü kurmaca ile belgeseli buluşturan özgün bir biçemle aktarıyor. Işid’e katılmak için Libya’ya giden, daha sonra yakalanarak hapse atılan iki kızı oyuncuların canlandırdığı filmi hayranlıkla izlemiştim Cannes’da.          

3. İzmir Uluslararası Akdeniz Sinema Buluşması’nda, günümüzde film üretimi olmadığını sandığım Libya dışında tüm Akdeniz ülkelerinden (21 ülke) filmler var. Hepsi de, kültürlerarası barışı ve dostluğu savunan filmler. Dünyamızda olup bitenlere duyarsız kalmayan sinemacılarla buluşmak isterseniz, 8-13 Kasım tarihleri arasında İzmir Sanat, Fransız Kültür Merkezi ve İzmir Mimarlık Merkezi’nde ücretsiz olarak gösterilecek 36 filmi kaçırmayın derim. Tabi, hepsini izleme olanağınız olmayacak. Tercihlerinizi yapmak için, filmlere ilişkin bilgilere İzmir Büyükşehir Belediyesi web sitesinin Kültür Sanat bölümündeki katalogdan ve festivalin sosyal medya hesaplarından (Medcineİzmir) erişebilirsiniz. Ankara’da salonlar dopdoluydu. İzmirli sinemaseverlerin de onlardan geri kalmayacağını, dünyada olup bitenleri yorumlayan, ‘kirlenmeye’ karşı duran özgür sinemacılara sahip çıkacağına inanıyorum.