Eskiler, çok eskileri anlatırken Kırmanciye waxtı ya da şimşer devri dermiş. Ne gez, göz, arpacık, ne kulakları sağır eden patlama, ne parmağa yapışan barut varmış. Aşiretler arası kör savaşlarda, Çe Osmani ordusuyla hemen her baharda başlayıp kar düştüğünde biten muharebelerde, uzun beyaz pırenleriyle yalın kılıçmışlar. Kılıç şakır, kan akar, evveli toprağa, sonra ırmağa, insan ise dağa karışırmış.

Dört dağlı ülkenin dört dili varmış. On beşten sonra Ermeniler Kırmanc aşiret kafilelerine el vermiş, ta Ruslar’a gitmiş, öylece kurtulmuş. Ermenice birden susmuş. Xozmerek’teki piyanonun, Vank Kilisesi’ndeki çanın, içinde eski sakallı papazın duası kesilmiş. Zazaca, Kürtçe, Türkçe, bir de her yoksul evin çatlamış duvarında asılı bağlama kalmış. Dil insan değil, müzikmiş, duaymış.

Eskiler, iyi ve bilge bir adamı, saygıdeğer, kültürlü, hele de güzel bir kadını anlatırken, ne soylu thomırından, ne namlı hanedanından, ne kaç köyün sahipliğinden, ne göze gelmez tarlasından, ne evde gizli zern altınından, ne de sayısız mevaşisinden katiyen konuşmazmış. Bu bahisler çok ayıpmış. Gördüğü tahsilden, gezdiği şehirden, okuduğu türküden, söylediği kılamdan, bir de konuştuğu dilden söz ederlermiş. Övülen kişi hevesle anlatırken, eski yazıyı, sonraları ise Türkçeyi bildiği sürekli hatırlatılırmış. Eski yazı dedikleri, biraz Arapça, biraz Farsça, biraz Türkçe, biraz Kürtçe, birazcık da Zazacaymış.

Çê Osmani dedikleri bildiğiniz Osman-ı Aliymiş. Başında çok karılı, haremler dolu cariyeli Osmanoğlu namlı, hem halife hem padişah, dili her daim fetvalı bir kıyıcı Şeyhülislam, elinde yeniçeri ordusuyla kimselere aman vermezmiş. Bizimkiler bu Çê Osman’ın zorla yaptığı camisinden, inatla kurduğu medresesinden, zorla dayattığı Kuran’ından yüzyıllarca çekmiş. On altı karılı Abdülhamit’ten, yirmi iki karılı Abdülmecit’ten tiksinmiş. Çê Osman’ın atları Arabistan’dan Viyana’ya dörtnal, Kürdistan’dan Kırım’a elde parlayan kılıç, dilde Allah Allahmış. Bizim küçücük dört dağ içine bile, yüz sekiz sefer yapmış mesela, her seferinde ister eli boş olsun, çark dönmüş. Bir yüzyıldan da uzun zaman önceymiş, Çê Osmani bakmış, dağ ayrı, taş ayrı, kuş ayrı direnmiş, Karadenizlerden simsiyah gaz getirmiş, dökmüş yere göğe, ağaca, böceğe, canlı cansız, her yeri yakmış. Yine de murad alamamış.

Bizim cem’deki Zazaca, Kürtçe, Türkçe, Vank’teki Ermenice gibi değilmiş. Çê Osmanın dili Osmanki, ne iletişimde, ne muhabbette, ne müzikte, ne yanağı al sevgiliye gizlice fısıldanan sözlerde, ne annelerin körpe evlatlara durmadan ettiği sabah duasındaymış. Yalnız baş kesen fetvada, ta Fizan’a süren acımasız fermanda, başı masmavi dağı aşağısında dört yandan kuşatan eskerin yaptığı teslim ol çağrısındaymış. Dağlılar işte bundan ne Çê Osman’a, ne de onun engerek diline ısınmış.

Bir zamanlar Hıristiyanlar ele geçirdiklerinde, dört dağın içine Daiaini demiş. Sonra sırasıyla Daranalis, Derxêne, Akkilisêne, Anaitis, İşuva, Zuhma, Sophen, Palin, Menuaskert, Mzur, Chozat adlarını almış. Kızılbaşlar damga vurduğunda Dêsım, kalın ve soğuk üniformasıyla beraber Alpdoğan geldiğinde artık Tunç Eliymiş. İnsanları ölse, kaçsa, sürülse de, şehir binlerce yılda, her kültür ve dilden bir şeyler almış. Gağan’ı, Xêylas’ı, Akkilise’si Hıristiyan mirasıymış. Asırlardır, dağında, yerinin altında binlerce ölü sessizce yatsa da, toplu istirahatgâhlar daha açılmamışsa da, kayıplar hesaba gelmez, neçe neçeyse de, her gün düzenlenen özür törenlerini yüce bir gönüllülükle bağışladığını henüz söylememişse de, yaşlı ve kederli şehir hep öğrenmiş.

Bizim millet, Çê Osmani döneminden bir şey öğrenmemiş, sadece işgali, katliamı, sürgünü, fetvayı, bir de yüzyıllarca horlanmayı, dağlara kaçmayı, oralarda yaşamayı, ağaca, kuşa, kemere, dağa tapmayı, bir daha aşağıya inememeyi görmüş. Osman neyse, dili de oymuş. Osman’a da, diline de nefret çokmuş.

Çê Osmani: Osmanlı Devleti, kırmanciye waxtı: devletin olmadığı çağ, şimşer devri: kılıç devri, pıren: gömlek, kırmanc: Alevi, Xozmerek: köy, Vank: köy, thomır: damar, zern: altın, mevaşi: hayvan, gağan: Ermeni bayramı, Osmanki: Osmanlıca, neçe: nice, kemer: Kaya.