Çok, bildiğinizden de çok eski çağlarda Osmanlı sultanları kıçında altın kaşıkla doğarmış. Devlet, hayat, siyaset, din, para, nam, iman, guman, ne desen ellerindeymiş. Fakirin fukaranın kaderi ta Fizan’a sürülmek olsa da, sultanların mekânı arşın yedinci katıymış.

Avrupa’da Katolik kilisesi bizim sultanlara benzermiş. Eğitim, sağlık, diplomasi, evlenme, doğum ve ölüm gibi hayatın her yönüne müdahale edecek bir kudrete sahiplermiş. Katolik papazlar tıpkı bizim halife-sultanlar gibi dünyanın nasıl yaratıldığından ne zaman yaratıldığına, uzaydaki gezegenlerin ne olduğundan evrendeki diğer canlılara, güneşle ayın hareketlerinden hayvanlar âlemine dek her bir şeyi bir güzel bilirlermiş. Ellerinde kutsal metinler, dillerinde kutsal sözlerle her meseleye kati birer hüküm verirlermiş.

Kiliseye göre dünya evrenin merkeziydi. Ay ve güneş ittifakla dünyanın etrafından dönerlerdi. Ayın üstünde mükemmel bir yaşam vardı, ayın altı ise bir yığın taş, hava, su ve ateştir. Dinsel fermanlara ilk yıkıcı darbeyi Kopernik adlı yiğit bir kişi vurdu. Hayır, dünya değil, güneş evrenin merkeziydi. Kepler ise dünyanın yuvarlak değil, elips olduğunu ve dünyanın güneş etrafında döndüğünü ortaya koydu. Galileo ise ay üstü bölgede de bir değişim ve hareket olduğunu kanıtladı. Oysa Galileo’ya kadar, teoloji hiç sorgulanmadan bilimlerin kraliçesiymiş.

Bilim dine esaslı bir saldırıyı başlatınca bir kere, gerisi çorap söküğü gibi gelmiş. Hayır, evren sınırlı değildi, sonsuzdu, İsa peygamberden dört bin yıl evvelde yaratılmamıştı. Din darbe yemekle kalmadı, astroloji, büyü, mucize ilaçlar, sihirli iksirler, dualı mendiller, cadılık tartur oldu gitti.

Güneş ve ay tutulması, tedavisi olmayan bulaşıcı hastalıklar, yıkıcı afetler, kanlı savaşlar, doğaüstü güçlerin ilahi mesajları değildi. Felaketler önceden bilinebilir, önlenebilir, etkileri en az indirilebilirdi. Dine sarılmaya ihtiyaç yoktu. Bebek sahibi olmak için hacıya, hocaya muskaya, dedeye gitmeye gerek yoktu, tüp bebek yapılabilirdi. Yağmur yağmaması Tanrı’nın cezası, yağması ise Tanrı’nın bereketi değildi.

Rönesans, Reform, Bilimsel Devrim ve Kapitalizm derken, Saint Simon insanlığın son aşamada dine de din adamlarına da ihtiyaç duymayacağını, doğaüstü inanışların ve tüm batıl itikatların tamamen terk edileceğini söyleyiverdi. Avrupa’da peygamberler yalancıya, din iman meseleleri çerezden bir mevzua döndü. Kiliseler boşaldı, ölmeye yakın yaşlıların Pazar ayinlerine gittiği ıssız mekânlar haline geldi.

İngiltere’de nüfus yüzde otuz beş artarken, din görevlileri sayısı yüzde elli azaldı. İskoçya’da kiliseler halı satılan mağazalara veya bolca içki içilen loş barlara çevrildi. Geçen yüzyılın ortasında ABD’de ateistlerin sayısı yüzde iki iken, bu yüzyılın başında yüzde on dörde yükseldi.

Ne olduysa sosyalizme karşı Yeşil Kuşak ören ABD’nin kararı sonrası oldu. Afganistan’da Taliban desteklendi, Sovyetler geri çekildi. Kabil sırtlarında beslenen dinci fanatikler, Suudi dolarlarıyla Selefiliği tüm dünyaya ihraç etmeye başladı. Sosyalizm yıkıldı. Dinci fanatizm başını dimdik kaldırdı. Irak işgali döneminde tarihin en barbar dinci örgütü IŞİD doğdu.

Bizde ise kravatlı IŞİD’ciler on üç yıldır IŞİD’in programını yavaş yavaş, toplumu hazırlayarak yaşama geçirdi. Hacı-hocaların örgütü Diyanet’in bütçesi on dokuz kat arttı. Nüfus yüzde on dokuz artarken, Diyanet personeli yüzde seksen dokuz oranında arttı.

Bir kimsenin baldızıyla yolculuk yapmasına, bir kadının tek başına İstanbul’dan Ankara’ya yolculuk yapmasına, kadının kaşını alması, saçını kesmesi, dövme yaptırması, dişlerini törpülemesi, peruk takmasına dair bile fetvalar veren Diyanet, Ortaçağ’daki Katolik Kilisesi papazlarına taş çıkarttı.

Avrupa’da çerez meselesine dönüşen din, yirmi birinci yüzyıl başında en ciddi konu haline geldi. Aşağıda Allahuekber nidalarıyla kafa kesenler, yukarıda Diyanet İşleri Başkanına makam aracı almak çerezden iştir, diyenler. Sonumuz akıl ve bilim ola.