Oğlum bu aralar Hemingway’a sardırdı; bir taraftan onun romanlarını okuyor bir taraftan da ona ait özlü sözleri internetten falan bulup ezberliyor. Diline dolamış; “Baskı koşullarında cesaret zarafettir” deyip duruyordu dün. Bunu nereden çıkardın, kimin lafı falan diye sorunca, kendinden gurur duyar, bilmediğim için beni de küçümser bir tonda, “Hemingway” dedi.

Ardından başka sözlerini de sıraladı Hemingway’in: “Her insanın yaşamı aynı şekilde sona erer. Bir insanı diğerinden ayıran nasıl yaşadığının ve nasıl öldüğünün detaylarıdır.”

Baskı koşullarında cesaret zarafetse, baskının kendisi de bir tür zavallılık, çaresizlik. Başka türlü yönetemez olanlar sarılıyor baskıya. En zayıf, en çaresiz oldukları noktada doruğa ulaşıyor baskıları.

Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak ve Eşbaşkan Fırat Anlı’yı tutuklamak hangi aklın ürünüdür? Memleket olağanüstü bir gerilim yaşarken, dışarıda içeride uygulanan baskılar nedeniyle yalnızlık batağında boğulmak üzereyken, en önemli toplumsal fay hatlarından birini tetikleyecek hamleden beklenen ne olabilir?

KCK operasyonları ve o günlerde Kürt siyasetçilerin tutuklanması FETÖ’ye fatura edildiğine göre, yarın bu tutuklamanın da vahim sonuçları olursa, bu da mı FETÖ’ye fatura edilecek? Ya da iktidar, bu tutuklamaların ciddi ve yaygın bir tepkiye yol açmayacağından, son yıllarda yaşananların Kürtleri sokağa çıkamaz hale getirdiğinden pek mi emin?

Kışanak’ın Meclis Araştırma Komisyonu’nda konuştuktan hemen sonra tutuklanması da manidar. Komisyon’da Kışanak’a sorulan sorular, darbe girişimi karşısında ortak tavır alan dört partinin Yenikapı’da üçe inen birliğini perçinleme eğilimini de ortaya koyuyor.

HDP’yi tümüyle siyasal süreçlerden dışlama eğilimi ve PKK karşısında bir “zafer” kazanıldığı zannıyla Kürt sorununu eski yöntemlerle “çözme” yaklaşımı bir çıkmaz yol. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, iktidar aklı bunun tam tersine çalışıyor.

Kışanak’ın tutuklanmasına karşı Kurtulmuş’tan gelen ilk tepki, “Biraz beklesinler” oldu. “Şu anda sadece suçlamalar var. Bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkacak. Biraz beklesinler.”

Türkiye, “Biraz beklesinler” tavrına, şimdi “FETÖ kumpası” denilen davalardan aşina. İnsanlar yıllara uzayan “biraz”ı cezaevlerinde beklediler.

Tutuklananlar içerde “biraz” beklerken, tutuklanmayanlar da sokağa çıkmayıp evlerinde “biraz” beklesinler! Sessiz, sakin, suskun… İstenen bu!

Gazeteler, radyolar, televizyonlar zaten sessiz ve suskun. Ancak, ya sosyal medya üzerinden bozulmaya çalışılırsa suskunluk? Oradan toplanma ve protesto çağrıları yapılırsa! Baskı koşullarında onun da çaresi var: Kesiverirsiniz sabit ve mobil hatlardan internete erişimi!

Dün saat 11.00’de Diyarbakır Belediyesi önünde toplanma çağrısı yapılmasına karşın saat 10.30’dan itibaren Doğu ve Güneydoğu illerinin çoğunda internete erişim kesildi. Dünyanın her yerinde, yönetebilmek için baskıya sarılanların en sık başvurdukları yöntemdir insanların birbirleriyle iletişimini kesmek.

Ancak, Diyarbakır’da tutuklamalar karşısında toplanan kalabalığın eskiye göre küçük olmasının başka nedenleri de olmalı. Bir yerel gazeteci, bunu “Hendek siyaseti vatandaşı her türden örgütlü siyasetten uzaklaştırdı” diye açıkladı!

Kışanak 17 yaşında bir çocukken 2 yıl boyunca yattığı Diyarbakır Cezaevi’nde baskının en vahşisiyle karşılaştı. İrfan Aktan’a Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceleri anlattığı röportajın bir yerinde, Malatyalı uzun boylu iri yarı bir kadın tutukluyu ufak tefek cılız biri olan kendisinin, boşluğundan yararlanarak devirdiğini aktarmış ve bütün koğuşun buna katılarak güldüğünü söylemişti. Askerler neden gülüyorsunuz diye herkesi dayaktan geçirmiş, ama dayak yiyenlerden bir teki bile neden güldüklerini söylememiş!

“Neden gülüyorsunuz?” diye dayak atanların baskısı karşısında susmak cesarettir. Ve o koşullarda cesaret zarafettir, tabii. Hemingway haklı; hayatları hep aynı şekilde sonlanan insanları birbirinden ayıran nasıl yaşadıkları oluyor ve baskı da sonunda zarafete mutlaka yeniliyor!