Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Hasta tutuklu ve hükümlülerin durumu, Türkiye’nin kanayan yaralarından biridir. Cezaevlerinde her dönem en çok mağdur edilenler onlardır…

Süleyman Erol, yirmi yıldır içeride yatıyor. Dile kolay, bu sürenin yarısı tek kişilik hücrede geçmiş! Yine de boş durmamış; cezaevinde bol bol kitap okuyarak kendini yetiştirmiş. Şimdi küçük öyküler yazıyor. Ama aşağıda okuyacağınız satırlar kurmaca değil, cezaevinde yaşadıklarının birebir anlatımı. “Dört bin vuruş”a sığmayacak kadar uzundu yazdıkları. Kısaltarak da olsa paylaşmak istedim. Bu çığlığı herkes duymalı…

• • •

“14-15 Temmuz’da yeni bir hücreye taşındım. Taşınma sırasında acele edildiği (!) için eşyamı hızla kaldırıp indirmek zorunda kaldım. Özellikle buzdolabının taşınması sırasında indir bindir yaparken epey zorlandım. Olayın sıcaklığıyla belimi incittiğimi fark etmedim. 16 Temmuz’da inceden bir sızı başladı, ertesi gün olanlar oldu!

Şeker Bayramı’nın birinci günü yataktan kalkamadım. Bacaklarımı azıcık kımıldattığımda inanılmaz acılar içinde kalıyordum. Bağırtacak kadar acıyordu belim. Acil yardım butonuna basamadım! Sabah sayımına geldiklerinde durumumu gördüler. Altı saat sonra, hapishanenin girişindeki bir odada bekleyen 112 Acil ekibinin yanına götürdüler. Fakat yürüyemiyordum. 200 metrelik yolu yarım saatte gidebildik! En küçük hareket etme girişimim, bağırtıyordu beni.

Akşam 18.30 sıralarında jandarma aracına bindirilerek hastaneye doğru hareket ettik. Ne oturabiliyor ne ayakta durabiliyor ne de yatabiliyordum. Üstelik ellerim kelepçelenmişti. Aracın en ufak bir sarsıntısı bana müthiş bir acı veriyordu. 12 saati aşkın bir süre aç ve susuz kalmıştım. Bunun etkisini de çok geçmeden görecektim. Araç hastaneye ulaştığında, ‘Haydi in!’ dediler. ‘İnemiyorum’ dedim. Görevli askerler kollarımdan, bacaklarımdan çekip asılarak indirdiler. Zar zor yürüterek hastanenin arka kapısında depo gibi bir yere aldılar. Bütün bu süreçte ben fanila-külot ile duruyordum. Terliklerimi dahi ayağıma geçirecek hareket yeteneğim kalmamıştı. Santim santim adım atabiliyordum. Hiç hareket edemiyor, bir noktada nasıl kaldımsa orada öyle duruyordum...

Yarım saat sonra doktor geldi. Halimi anlattım. ‘Film çektirmemiz gerekli. Ancak poliklinikler kapalı. Şimdi yalnızca iğne yaptırabilirim!’ dedi. ‘Uzan’ dediler, uzanamadım; kas gevşetici ve ağrı kesici karışımı iğneyi ayakta yedim.

Sonra yine kelepçeli, yine zar zor araca biniş ve dönüş! Aracın en küçük bir sarsıntısı beni mahvediyordu. Beş on dakika geçti geçmedi fenalaştım. Kollarım tutmaz oldu. Gözlerim karardı. Soluk da alamıyordum. Önce sıcak, sonra soğuk terleme… Bütün bunlar bir iki dakika içinde oldu. Askerler yolda kendilerine yiyecek içecek bir şeyler almak için durmuşlardı. Can havliyle ‘Su, suuu…’ diye inledim. Bir küçük şişe su uzattılar ama kapağını açamıyordum. Sesim çıkmıyordu, açamadığımı söyleyemiyordum. Başardım sonunda! Bi yudum su içince gözlerim açıldı, azıcık kendime geldim. 15 saate yakın aç-susuz bir hastaya yapılan iğne, yararı kadar beni sersem sepelek de etmişti anlaşılan.

Şimdi buraya yazmaktan kaçındığım rezillikler yaşadım! Son durumum şu: Sandalyede kısa süreli oturabiliyorum. Bir kilodan ağır herhangi bir şeyi kaldıramıyorum. Çok yavaş hareket ediyorum. Giysi değiştirmek, tuvalete gitmek, basamak çıkmak, diş fırçalamak, yemek tabaklarını kapıdan almak hâlâ zorluyor. Tutup kaldıramadığımdan, başımı öne eğemediğimden dolayı kitap okuyamıyorum. Mektup arkadaşlarıma durumumu yazmak, kendilerini halimden haberdar etmek istiyorum ya, sandalyede on dakikadan fazla oturamıyorum. Oturursam kalkamıyorum. Tüm çabama karşın yanıma bir arkadaş verilmiyor!

Hapisliğimin 20. yılında tek kişilik hücrede 10. yılımı doldurdum.

Ancak ülkede halk yararına, gerçek yurtseverlik adına umut verecek bir gelişmeyi hâlâ göremiyoruz! Yine de yola devam. İnsanlık için, aydınlık bir gelecek için karanlık yayıcılarına inat, tek kişilik hücremden bir gülümseme gönderiyorum ülkeme, dünyaya. Bunu başarmaya çalışıyorum. Sıcaktan ve ağrıdan kâğıt ıslanıyor şu an. Bitiriyorum. Kendinize iyi bakın.”