Sekiz Dağ filminin bıraktığı iz, bütün yaşanılan ve hissedilen şeylerin karlar gibi eriyip bir akarsuya karışır gibi akıp gitmesi... Belki de yaşamı, hüzünlü olduğu kadar güzel yapan şey de bu akış.

Dağlardaki akış
Sekiz Dağ. (Fotoğraf: IMDb)

"Bildiğin her şey / Karlar gibi eriyor..." Daniel Norgen’in şarkısında geçen bu sözlere, Felix van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch’in ‘Sekiz Dağ’ filminde rastladım. Şarkının melodisini ıslıkla çalarak geçirdim bütün günü. Filmde Pietro’nun babasının, dağa çıktıkları sırada nehirden su içen oğluna, içtiğin bu su belki 100 ya da 150 yıl önce yağan karın suyu olabilir demişti. Ulaşmaya çalıştıkları buzulun eriyen suyuydu çünkü önlerinden akan. 

Filmin pek çok sahnesi dağlarda geçiyor, İtalyan Alpleri, sonra Himalayalar... Görüntü yönetmeni dağdaymış hissini öyle güzel vermiş ki, hep sanki düşecekmiş gibi; dağın zirvesinin özgürlük hissi verdiği kadar klostrofobik bir etkisi de var. Dağ manzaralarının eşlik ettiği bu dostluk hikâyesinde, baba-oğul çatışması, aşk, evlilik, arayış, yaşamın anlamı gibi pek çok başka hikâye de geçip gidiyor, daha doğrusu karlar gibi eriyor, geriye hüzünle karışık bir yaşama coşkusu bırakarak... 

DOSTLUK TEMASI

Yaşamı her şeyiyle, iyisiyle kötüsüyle kutsayan bir filmin dostluk üzerine olması, şaşırtıcı değil elbette. Örneğin Blanchot bir yazısında şöyle bahseder dostluktan: "Dostluk bir armağan ya da söz değildir, bir tür cömertlik de değildir. Birinin diğeri ile kıyas kabul etmez ilişkisi daha çok, ayrı oluşunda ve içine girilemezliğinde ona yanaşan dışarısıdır." Cogito dergisinin 68-69. sayısında rastlamıştım Deleuze’ün dostlukla ilgili şu sözlerine: "Öyle insanlar vardır ki, hiç anlayamayız veya en basit meseleler hakkında bile konuşamayız onlarla. Ama bir de, tamamen farklı olmamıza rağmen, en soyut şeyler hakkında konuşurken bile en derinden ve tüm yoğunluğuyla kavradığımız kişiler vardır ve işte tam da bu gizemli belirsiz temeldir bizi onlara bağlayan." Pietro ve Bruno’nun İtalyan Alpleri’ndeki bir dağ köyünde çocukken başlayan ve kesintiler olsa da bitmeyen dostlukları, tam da bu gizemli belirsiz temele dayanır, her şey karlar gibi eriyip giderken geriye kalan...

Filmde ele alınan dostluğun dikkat çekici bir özelliği de Pietro’nun ve Bruno’nun babalarından uzaklığı... Sanki babalarından alamadıkları bir tür yakınlığı birbirlerinde bulmuşlardı. Pietro’nun babası kimya mühendisiydi, uzun saatler fabrikada çalışıyordu, fırsat bulabilirse birkaç haftalığına ailesiyle dağ köyündeki evlerinde tatil yapıyordu. Bruno’nun babası ise neredeyse oğluyla hiç ilişki kuramıyor, bir duvar ustası olarak başka şehirlerde ya da ülkelerde yaşıyordu. Bruno’nun annesi de o küçükken ölmüştü, o da Pietro ile tanışacağı dağ köyünde amcasının yanında çobanlık yapıyordu. Yani ikisi de bir tür babasız gibiydi, ama Pietro’nun babası izne geldiği bir gün oğlu Pietro ve dostu Bruno ile uzun bir dağ gezisine çıkmıştı ve o gezide o da Bruno ile dost olmuştu.

YALNIZLIKLA BAŞ BAŞA

Pietro çocukken babasına çok kızıyordu onunla az vakit geçirdiği, çok çalıştığı için. Onun gelmesini heyecanla beklediği halde gelince de içten içe kızdığı için huysuzluk yapıyordu, büyüdükçe de babası ne söylerse tersini yapmaya başlamıştı, sırf onun gibi olmamak için üniversiteyi bırakmıştı. Sanırım filmde asıl hüzün veren şey, bütün karakterlerin eninde sonunda kendileriyle, yalnızlıklarıyla baş başa kalmasıydı. Örneğin Pietro, babasının özlemlerini ancak ölümünden sonra anlayabilmişti. Babası, günlüğünü çıktığı bir dağın zirvesine saklamıştı ve Pietro yıllar sonra oraya çıkınca o günlüğü açıp okuyacaktı. Dağın zirvesinde daha mı yalnız hisseder insan ya da tam tersi bir bütünleşme mi yaşar; artık hayatta olmayan babasının günlüğünü okurken?..

Filmin bıraktığı iz, bütün yaşanılan ve hissedilen şeylerin, dostluklar, hayaller, hayal kırıklıları, sonu gelmeyen uğraşlar, anlatılan ve anlatılamayan her şeyin karlar gibi eriyip bir akarsuya karışır gibi akıp gitmesi... Belki de yaşamı, hüzünlü olduğu kadar güzel yapan şey de bu akış... Ölümü güçsüzleştirir dostluk, bu akışı çoğaltarak...