Şizofrengi, edebiyata ve felsefeye etkisi gözardı edilemeyecek önemli bir dergiydi. Arada sırada rastgele bir sayısını açıp bakarım. Aradan yıllar geçince daha önce okuduğum bir sayıyı ilk defa okuyormuş hissine kapıldığım olur. 26. sayısı Mart 1997’de çıkmış. İlk defa üniversite öğrencisiyken okumuşum. Bazı dergiler ve kitaplar insanda yazma isteği uyandırır. Yazma arzusu uyandıran dergi ve yazarların ortak özelliği okura özgüven aşılayan sahici bir dile sahip oluşları. Örneğin Süreyyya Evren’in roman ve öyküleri öyle bir dile sahiptir, içine giren okuru yükseltir, hikâyeye ortak eder. Yazarın yakınlarda çıkan romanını da aynı hevesle edindim. Ya da Roberto Bolano okuyan birinin de yazma arzusuna yakalanma olasılığı yüksektir. Belki öyle bir liste yaparım ileride, yazma arzusunu arttıran ve azaltan yazarlar diye. Okura hiç alan bırakmayan, kendisini ve edebiyatı fazla ciddiye alanlar yazma arzusunu azaltabiliyor. Roland Barhes’ın ‘Yazma Arzusu’ kitabından da biliyoruz, yazma arzusu okuma sevincinin diğer yüzüdür. Okur ve yazarken, bilinmez ve görünmez, tarih ve mekândan bağımsız bir topluluğun parçası olarak hisseder kişi. O bağ, okumaya ve yazmaya asıl anlamını verir.

∗∗

Şizofrengi dergisini 26. sayısının girişinde kocaman bir alıntıyla karşılaştım. Norman O. Brown’ın ‘Ölüme Karşı Hayat’ kitabındandı alıntı. O kocaman alıntıdan bir parça: “Aristo‘nun belirttiği gibi toplum, hayat ve daha fazla hayat adına değil, bir kusur yüzünden, ölüm ve ölümden kaçıştan, ayrılma korkusu ve bireysellik korkusu yüzünden kurulmuştur. Böylelikle Freud ‚kabileden ayrılma ve atılma‘ korkusunu kastrasyon bunaltısından ve kastrasyon bunaltısını da anneden ayrılma korkusu ve ölüm korkusundan çıkarır. Dolayısıyla bizatihi kendi ölümsüzlüklerinin dinine sahip olmayan toplumsal grup yoktur ve tarih yapma her zaman grup ölümsüzlüğü arayışıdır. Yalnızca bastırılmamış, yaşayacak ve ölecek kadar güçlü bir insanlık, Eros‘un birlik arayışına ve ölümün ayrılığı barındırmasına izin verebilir.”

O zamanlar, düşünmenin ve yazmanın bir şeyleri değiştireceğine dair inanç daha güçlüydü ama bu uzun alıntının olduğu editöryal yazıda derginin 2 binden az sattığı ve bu yüzden kapanacağına dair sitem vardı. Zaten bu alıntıyı da yaşamı olduğu gibi ölümü de, yani sonu da kabullenmeyi işaret etmek için paylaşmışlardı. Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Ama dergiyi okur ve o yılları düşünürken, o günlerin şimdiki zamanla bağlarının azaldığını görmek üzüntü verici. On yılda bir darbelerle yaşanan kültürel kesinti, 2000’lerden sonra kopuşlarla devam etti.

Norman O. Brown, kitabının sonlarında şöyle yazmış: “Büyük dünyanın ihtiyacı olan şey, kuşkusuz daha çok Eros ve daha az didişmedir; ancak entelektüel dünyanın buna biraz daha fazla ihtiyacı vardır. Biraz daha fazla Eros bilinci her türden ‘diyalektik’ düş görenlerin -psikanalistler, politik idealistler, mistikler, şairler ve filozoflar- bilinçdışı ahengini bilince çıkaracak ve kısır ve cahilce polemiklerin önünü alacaktır. Cehalet asıl olarak kendini bilmeme olduğundan, herkes için (psikanalistler de dahil) bir parça daha fazla psikanalitik bilinç daha fazla kendini tanımayı, tevazuyu, insanlığı ve Erosu getirecektir.”

Şizofrengi gibi dergiler, yayınlar, kendini bilmeyle ilgili bir kanal açmışlardı, bugünkü kişisel gelişim kanalından farklıydı, hatta tam tersi, bireyselliği tarihten ve toplumdan bağımsız ele almayan bir kanal. Bu yüzden boşuna Norman O. Brown’dan sık sık alıntılar yapmıyorlardı. Brown’a göre bu çağın özelliği, ölümün bastırılmasıdır. Yaşlanmak reddedilmektir. “Biyolojik düzeyde organizmalar hayatlarını yaşarlar ve tarihleri yoktur çünkü yaşamak ve ölmek, yani yaşlanmak, onlar için ayrılamaz bir birliktir. Onlar için, Shakespeare‘in eşsiz ifadesindeki gibi, olgunluk her şeydir.” Ama günümüzdeki yabancılaşma, geçmişteki bebekliğe bilinçdışı bir saplantı üretti, bastırılmış ölüm nedeniyle hayatın olumlanması imkânsızlaştı. Bu yüzden ölümden sürekli kaçmak zorunda, din ya da kişisel gelişim, uyuşturucu ya da antidepresan, içerdeki o huzursuzluğu dindirecek her şey değer kazandı.